Rüşvet ve kayırma, her zaman olagelmiştir ama 80’lerde tarih ilk kez rüşveti açıkça onaylayan bir yönetici görüyordu

Seçim sonrası düşünceleri -I

Erendiz Atasü - Akademisyen, Yazar 

Sevgili okur,

Son on yılları şöyle bir hatırlayalım:  Özellikle ‘80’leri ,‘90’ları ve bugüne uzantılarını.

Ülkemizde 20’nci yüzyılın ortalarında başlayan kırsaldan kente göç, ‘1980’lerde, terörün ve kentlerde genişleyen inşaat faaliyetinin de katkısıyla hızlandı. 12 Eylül darbesinin solu susturan baskısı Özal döneminde örtük olarak sürüyordu. Dünyada sosyalist sistem çöküşe gidiyor, kapitalizmin ilkel zamanlarının ‘‘vahşi’’ diye adlandırılan türü, asıl karakterini teknolojinin ve kimlik siyasalarının ardına gizlemiş olarak hortluyor, ‘‘Küreselleşme ‘‘ adıyla pandemi halinde yayılıyordu; yeni bir adı daha vardı: ‘‘Neoliberalizm’’.‘‘Sosyal devlet’’ dünyada ve bizde, asli görevleri olan eğitim, sağlık gibi hizmetlerden emekliye sevk oluyor, sadece güvenlik aracına indirgeniyordu. Kimin güvenliği? Sorulması gereken bir soru.

Bu gidişatı, ilk kadın başbakanımız Tansu Çiller ‘‘Son sosyalist devleti yıktık!’’ müjdesiyle (T.C.’yi kastediyor) dosta düşmana duyurmuş, böylece kendi devletini tahrip etmekle övünen ilk yönetici olarak tarihe geçmişti. Rüşvet, kayırma, vs. her yerde, her zaman bir miktar olagelmiştir; ama ‘80’lerde dünya tarihi her halde ilk kez rüşveti açıkça onaylayan bir yönetici görüyordu: ‘‘Benim memurum işini bilir’’ vecizesiyle merhum Özal da tarihe geçiyordu. Türkiye’yi ‘‘özelleştirme’’ kasırgası sarmıştı. Cumhuriyet’in emek zahmet kurduğu fabrikalar, Sümerbank, Etibank gibi iktisadi kurumlar, limanlar, alıcıda TC yurttaşı olma şartı  aranmaksızın yok pahasına satılıyor; büyükten küçüğe herkes özelleştirme şarkıları söylüyor, ‘‘Yapmayın, etmeyin, işsiz kalacaksınız, bakın üretim de duruyor, çocuklarımız aç kalacak’’ diyenlere, okumuşundan cahiline herkes küçümseyerek bakıyor, ‘‘dinozor’’ diye  dudak büküyordu. Kent  kıyılarına yığılmış işsiz güçsüz köylüler lümpenleşirken, Cumhuriyetin üretim ve istihdam için açtığı fabrikalar, orada bir demir çelik fabrikası, burada bir zeytin yağı fabrikası, şurada bir şarap fabrikası- metruk halde, boynu bükük yıkılmayı bekliyordu. Ticaret üretimden üstün tutuluyor, fabrikaların kapatıldığı yetmezmiş gibi subvansiyonlar kısılarak tarımsal üretim baltalanıyor, karnı doymayan çiftçi şansını ister istemez kentte deniyordu. Bütün bunlar şimdilerde kendilerine ‘‘ak saçlılar’’ diyen ve hala kamuya seslenebilme cüretinde bulunabilen–yüzlerinin derisi ne kadar da kalınmış- bir aydınlar korosunun ve onlardan örneklenenlerin eşliğinde oluyordu. Anti -Atatürk, anti-Kemalist, anti -sosyalist, antisol, anti -devrim, anti -laik propaganda sayesinde üniversitelerden kendi tarihini bilmez neoliberalist kuşaklar mezun ediliyordu.  ‘‘Özgürlük’’ tek özgürlüğe, din özgürlüğüne (bu özgürlüğün gerçekten özgür ülkelerde inanmama özgürlüğünü de kapsadığı unutularak) indirgenmiş, demokrasinin temeli laiklik değilmiş gibi, laiklik özgürleşmenin önündeki engel diye bellenir olmuştu. Dönemin tek özel televizyon kanalında, ünlü bir edebiyatçı, işi gücü bırakmış yaşam koçluğuna soyunuyor, bu topraklarda yaşayan insanların en büyük çoğunluğu sanki bin yıldır Müslüman değilmiş gibi, ‘‘Müslüman nasıl yaşar?’’ diye programlar yapıyordu. Köktendinci katiller ortalıkta kol geziyor, sol eğilimli Kemalist aydınlar sokak ortasında katlediliyor, Sivas’ta saldırgan bir gerici grup 33 aydınımızı, devlet güçlerinin gözü önünde yakıyordu.

TARİKATLARIN ÖNÜ AÇILDI

İnanılmaz ama eşzamanlı olarak, Cumhuriyet’in irticayı dizginleyen yasaları askıya alınıyor, şu anda bile kanunen yasak olan tarikatların önü açılıyor, dahası kendilerine önce örtük, sonra açık açık devlet desteği sunuluyordu. Bir zamanlar geçirdikleri anti-komünist histeri yüzünden tarikat yapılanmalarına gizli onay veren özel sektör şimdi de özelleştirmelerin pürüzsüz yürümesi için tarikatlara göz yumuyordu. Kent kıyılarındaki yoksul kitlelere, bala üşüşen arılar gibi kondu tarikatlar.  Devletin malları (bu, hepimizin , tüm yurttaşların malı anlamına gelir) haraç mezat satılırken, ilkelerindeki devletçilik, halkçılık gibi ögelere rağmen sessizce seyreden,  koskoca  Mümtaz Soysal hoca yeldeğirmenleriyle  savaşan  Don Kişot misali,  her özelleştirmeden sonra  hukuk yoluna başvurup davalar açarken, onu tek başına koyan kimi siyasiler, şimdi de halka ulaşmak adına tarikatlardan medet umuyorlardı. Neoliberal politikalara karşı yükselen Zonguldak madenci yürüyüşü,  Seka, Tekel grevleri gibi mücadeleler, işçi sınıfının son veda şarkıları gibi, kuvvetle yükselen ve sönüveren bir dalga misali, sürekli bir etkiye dönüşebilmek için  gereksindikleri  ölçüde desteği ne siyasilerden ne halktan bulamadan tarihe geçiyordu.

Sözüm ona laik geçinen  hükumetler, halkın yoksullaşmasını, eğitimsiz kalmasını seyrediyorlar, eğitim adına ihtiyaç fazlası imam hatip okulu açmayı yeterli görüyorlardı. Köy ilkokulları kapatılıyor, ‘‘taşımalı sistem’’ denen bir ucubeyle köy çocukları karda kışta insafsız doğaya terk ediliyor, çocuklarını okutmak isteyen kırsal aileler için şehre göç etmenin bir sebebi daha doğuyordu.

Özal’la başladık onunla devam edelim. Rüşveti mübah gören bir ülke yönetiminin ön ayak olmasıyla kurulan neoliberal sistemin mali suçlara kapı aralayacağı gün gibi açık bir gerçek. Öte yandan devletin yani yasanın denetimini ve müdahalesini devre dışı bırakan neoliberal ekonominin bizzat kendisi bütün dünyada her türlü kara para işlemlerine açık değil mi?

Zaten böyle bir özelliği olan sisteme bir de yerli çeşnimizi kattık mı, ortamın her türlü mafyalaşmanın at oynatacağı bir meydana dönmesi kaçınılmazdır. Bize de olan işte budur.

KADIN KATLİ YAYGINLAŞTI

Bir yandan tarikatlaşma, bir yandan mafyalaşma, öbür yandan terör…Devletin mecburen seçtiği ya da itildiği mücadele yöntemleri… Bin yıllık birlikte yaşama kültürünün çiğnenmesi… Karşıt gruplarda birbirlerine diş bileyen unsurların ortaya çıkışı. Linç olaylarına tırmanabilen milliyetçi duyguların hepten hoyrat bir nitelik alması. Erkek egemen bakış açılarıyla hoyratlığın hem hal oluşu… Sonuç töre cinayetleri olarak başlayan kadınların katlinin yaygınlaşıp sıradanlaşması.

Osmanlı’dan günümüze miras iki sözcüğün, feodal-ataerkil  dönemlerdeki kentli erkek nüfusun çeşitli kesimlerini ifade eden ‘‘Çelebi’’ ve ‘‘Kabadayı’’sözcüklerinin tanımladığı insanların toplumdan eksilmesi, geçirdiğimiz değişim-dönüşümün kanıtıdır. Bu iki sözcük ataerkil kültürün illa hoyratlık, küfür, saldırganlık, linç eğilimi, cinayet, cinsel tasallut vs ile özdeş  olmadığını gösterir. Ataerkilliğin kaba gücün ruh zayıflığının dışa vurumu olduğunun farkında,  şövalyece, kibar ve koruyucu bir çeşitlemesi de vardır.

‘‘Çelebi’’ eğitimli çağrışımı uyandırır;  terbiyeli bir insandır, kaba güce uzaktır. ‘‘Kabadayı’’, kent yoksuludur, eğitimsizdir, kaba güce, meydan okumalara yakındır, ama iki önemli özelliği vardır: Merttir, yalan söylemez, iftira atmaz, zayıfları ezmez, korur.  Lümpenleşme baskın çıkarsa, kent de özelliklerini kaybeder, çelebinin değeri bilinmeyecek, kabadayı mertliğini, kendine özgü onurunu yitirecek, kaba güçten ibaret  ve suça açık hale gelecektir...

Bize olan budur, lümpenleşme! Köyün ve kentin lümpenleşmesi.

20. yüzyılın son çeyreğine kadar büyük çoğunluğu toprağa bağlı yaşayan Anadolu halkının, köylülüğün tarihsel masumiyetini yitirip  bambaşka bir kimliğe dönüşmesi… Gerçek köylülük cahil değildir, kentlilerin unuttuğu bir hazineye, doğa bilgisine sahiptir, toprağı, bitkileri, canlıları, rüzgarı, bulutları tanır; evrenin köyünden ibaret olmadığının farkındadır;  bilgisinin yeterli olmadığı alanların bilgili insanlarına saygı duyar. Köylülük kent kıyısında dışlanmış olarak kalakalırsa, geleneksel bilgisini unutur, evrenin tümlüğü artık  umuru değildir, hiçbir şey umuru değildir, aç kalmamaktan öte.

Sonraki aşama,  lümpenin yasadışı işlerde kullanılmaya ve/veya sadakaya bağlanmaya, ya da her ikisine  birden açık hale gelmesidir. Bir toplumun başına gelebilecek en kötü durumlardan  biridir: Mertliği kalmamış kabadayının ortama hakim olması. Neden mi? Ne der bilge dilimiz: İnsana sormuşlar,  insanı nasıl bilirsin, diye. Yanıt, kendim gibi! Kabalık ve şiddet bulaşıcıdır; nezaketi, uzlaşmayı gördüğü yerde ezer, kendi gibi olmayana tahammülü yoktur;  suç bulaşıcıdır. Sadaka karşılığı suç işlemeye razı olanın  varacağı sonraki aşama ise, sadakayı hak,  suçu doğal saymaktır.

Lümpenleşme, tarikatlaşma, mafyalaşmanın cehennemi raksında bitap düştük… Hızla dönen bu burgaçta kimin elinin kimin cebinde olduğu anlaşılamazken, kim zengin, kim fakir bilinemez, kim masum kim suçlu ayırt edilemez .Yalnız açık seçik bir durum var ki, okul çağında çocuğu olan herkes farkında: Neredeyse tüm okullarda ya da okul çevrelerinde çeşit çeşit uyuşturucu satılıyor. Neoliberalizm saltanat kurmadan önce ülkemizde kesinlikle rastlanmayan bir manzara! Patron kim, torbacı kim, bağımlı kim?…Destek veren kim, göz yuman kim?

Sizin işsiz ve yoksul sandığınız birisi, belki de kara paranın içinde yüzüyor, başka biri bu kirli para düzeni sayesinde  belki sürekli belki de ara sıra ekmek yiyor. Bu kişiler düzenin değişmesini ister mi?

İpte oynayan cambaz, ipi gerenin huyunu suyunu bildiği, alıştığı kişi ya da grup olmasını yeğlemez mi?