Seçim sonrası düşünceleri -II
Fotoğraf: İHA

Erendiz Atasü - Akademisyen, Yazar 

Hegel, felsefeci olmayan biz ölümlülerin kavramakta zorlandığımız o çetrefil diliyle, efendi-uşak diyalektiğini inceler. 19. yüzyıl Rus yazarı Gonçarov, ayni şeyi dünyaca ünlü romanı Oblamov’da çok daha sade ve çekici bir dille yapar. Kanımca her okur yazarın, hele her politikacının okuması gerekli bir romandır, Oblomov. Hegel ve Gonçarov ayni sonuca varırlar: Uşak, süper egosunu yitirmiş; onun yerine efendisini koymuş kişidir. Zeki ve iyi huylu olabilir, ancak özgür bir vicdanı yoktur ve düşüncenin eyleme geçmesinde etkili olabilecek akıl yürütme işlevini kaybetmiştir. Yani karar veremez, ancak buyrukları uygular. Oblomov’un uşağı kimi kez efendisine çok kızar, ama onu terk etmez, edemez; beceriksiz  bir kişi olan Oblomov aslında uşağın ona muhtaç olmasından çok daha umarsızca uşağına muhtaçtır; uşak bunun örtük olarak farkındadır ama bu örtük farkındalık onu efendisine büsbütün bağlar.  Efendisi onu haksız yere döverse, isyan etmez, öfkesini daha kıdemsiz bir başka uşaktan çıkartır. Dayağı yerken bile asla dayak yiyenlerle özdeşleşmez, gözü dayak atanın konumundadır. Eziliyormuş, ne gam! Efendisi dayak atanların saffındadır ya! Bu uşağa yeter.

***

Bir insan nasıl uşak durumuna indirgenir? Nasıl vicdanını ve aklının üst işleyişini yitirir? Uzun ve karmaşık mesele. Ancak yakın ikili ilişkilerde sık  rastlanan bu duruma bazen kitle- önder ilişkilerinde rastlandığını, Tarih baba bize öğretiyor. Bunun en çarpıcı ve sık verilen örneği Alman halkının Hitler imgesiyle 1920’lerde başlayan, ‘30’larda doruğa ulaşan, İkinci Dünya Savaşı felaketinde ülkede taş üstüne kalmamışsa da tam olarak sona eremeyen, hâlâ – elbette, Alman halkının en büyük çoğunluğunu kastetmiyorum-  kimi çok dar ve sınırlı çevrelerde hâlâ süren ilişkisidir. Alman düşünür ve edebiyatçı Hermann Broch, şöyle der, ‘’Kitle, bir liderin şahsında rüya görmüşse, rüya kabusa döndüğü zaman uyanmaz, uyanamaz; tersine uykuya sımsıkı sarılır.’’ Burada kanımca dikkat edilecek husus, önderin, aslında önder olmayıp öyle görünerek, kitlenin düş gücünü harekete geçirmesidir. Gerçek önder halkı küçümsemez, onun gücünü bilir, ona yalan söyleyemeyecek kadar saygısı vardır; onu kullanmayı değil, ona hizmet etmeyi benimsemiştir. Halka yaranmaya çalıştığı görülmez, ne de gerçekleşmeyecek rüyalar dillendirerek ona ninni söylediği. Mustafa Kemal Atatürk böyle bir önderdir, Lenin böyle bir önderdir, Ghandi böyledir. Atatürk ‘’Türk milleti’’ derken her zaman kendisinden yüce bir makamdan bahsetmektedir. ‘’Köylü milletin efendisidir’’ derken, Anadolu halkının başlıca gıdası olan ekmeği soframıza getiren emeğe saygısını dile getirmektedir. Dolayısıyla gerçek liderle halk arasındaki sevgi bağı ne kadar güçlenirse güçlensin tamamen mistik (akılla çözülemeyen anlamına) bir hâl almaz. Gerçek lider, halkı oluşturan fertleri küçümsemez, onlardan nefret etmez, onarı istismar etmez; onların tıpkı kendisi gibi birer insan olduklarını unutmaz.  Gerektiği zaman en yakıcı emri vermekte tereddüt etmeyen Mustafa Kemal, başka zaman kaputunu çıkartıp uyuyan  erlerin üstüne örter, icabında hiç yüksünmeden yer sofrasına oturur. Hitler soyut bir Almanlığa övgüler düzerken, transa girmiş halde onu alkışlayan somut Alman gövdelere acaba zerrece kıymet vermekte midir?... Gerçek önder, korku salmaz.

***

Almanya örneğini Alman halkıyla kendimizi kıyasladığım ve/ veya benzer durumda olduğumuzu düşündüğüm için vermedim. Sadece tıp alanındaki hayati buluşlar bağlamında Almanya’nın insanlığa sunduklarını anımsamak bile kıyaslamanın geçersizliğini göstermeye yetecektir..

Bu örneği şunun için verdim: Toplumlar, değişen sosyal, iktisadi, siyasal koşulların kesiştiği kimi kritik noktalarda kitlesel rüyalara sürüklenebilirler. En azından toplumun kimi kesimlerinin gerçeklikle bağı kopabilir. Eğer toplumun sorunlarına barış içinde, demokratik yöntemlerle çare bulunacaksa, seçimle iktidara talip olan partiler bu değişim ve dönüşümleri ve kitlenin somut yaşantısında ve ruh hallerindeki  etkilerini iyice kavramak durumundadırlar. Yoksa seçim filan kazanamazlar.  Halkın bir kesiminin büyülü biçimde benimsediği bir kişi ya da parti ile, o partiye ya da o kişiye benzeyerek rekabet edemezler. Ülkemiz seçmeninin tümü her zaman rasyonel kararlar verebilen kişilerden oluşmuş gibi bir varsayımla hareket eden politikacılara, ya da bu politikacıları gene aynı varsayımdan hareketle eleştiren yorumculara ya da rakip politikacılara  bakıyorum da şaşıyorum. Enflasyon bu haldeyken seçim nasıl kaybedilirmiş? Eğer kitlenin bir bölümü enflasyonu iktidarın değil, başka bir sebebin doğurduğuna gönülden inanmışsa , elbette kaybedilebilir. Herhangi bir ülkede, herhangi bir bunalımdan kazanç sağlayan birileri varsa, o kişiler elbette düzenin devamı için hem oy verir, hem propaganda yapar, hem gerekirse kesenin ağzını açarlar.  O halde demokraside böyle bir durumla  karşılaşan muhalif siyasi partiler ne yapmalıdır?

Hayatın en büyük öğretmen olduğunu unutmayarak, rüya gören kitlenin içinde, uyanacak yurttaşların mutlaka var olduğunu ve olacağını bilerek, bu kişileri desteklemek üzere bir mıknatıs gücü, bir karşı ağırlık merkezi yaratmalı, bu ağırlık merkezini korumaya ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Pratik hayatta bu iş, muhalefetin elindeki yerel yönetim imkanlarının seferber edilmesi ile ve mahalle muhtarlıklarının kanalı ile kitlelere ulaşmakla olur. Merkezi mahallelerden çıkıp çevre mahallelere yerleşerek. Hiç yapılmıyor, demiyorum, besbelli yeterince yapılmıyor ya da yapılamıyor. Halk kabadayı seviyor diye kabadayılığa özenmenin alemi yok. Kişi her zaman kendi mahallesindeki kabadayı yeğleyecektir.   

***

Türkiye ahalisi ilk yazıda değindiğim değişim ve dönüşümlerden, sihirli değneğin dokunuşuyla geçmedi; bu iş on yıllar sürdü. Toplumun bir seçimde silkelenebileceğini sananın aklına şaşayım! On yıllarda bozulan, ancak on yıllarda düzelecektir. Adları ne olursa  olsun, sosyal demokrat ya da demokratik sol partiler, bu uzun süreçte niçin uyuduklarının ya da süreci niçin kolaylaştırdıklarının hesabını dürüstçe önce kendilerine sonra bu ülkeye vermek zorundalar. Yapılacak özeleştirinin hassas noktası burası! Yanlış burada! Ve vakit kaybetmeden yanlıştan dönmeye başlamak gerek ki, rüya gören kitle büsbütün büyümesin. Yanlışlara birkaç somut örnek verelim:

Dönemin CHP yönetimi, örneğin 2011’de, Ulusal Eğitim Yasası değiştirilirken, eğitim laik ve bilimsel karakterini tümden yitirip tamamen dinselleşirken, AKP kendi seçmenini yetiştirme yoluna girerken, ve ülkede henüz bu kadar baskı yokken, niçin kitlesel ve etkili bir muhalefet sürdüremedi, niçin sonuncu güne sıkıştırılmış bir mitingle yetindi, güçlü oldukları bütün illerde büyük mitingler düzenlemek varken! Niçin kanunun özünden bile değil de lafzında dolayı Anayasa mahkemesine kaybedilecek bir dava açmakla yetindi?

***

2010 Anayasa referandumunda, iktidarın önerilerinin yurttaşı devlet karşısında tamamen korunmasız koyan maddeleri neden kitlelere anlatılamadı?

Bir iki yıl önce ülkemizin köyleri, ‘’köyün ortak malları’’ diye bilinen kamu arazilerini inşaat sahası ya da maden arama sahası diye yandaş para babalarına peşkeş çekme amacını taşıyan bir düzenleme ile, bir gecede, yakın kentin mahallesi durumuna indirgenirken; ve hala köyünde kalmış ve üretimle meşgul son yurttaş kitleleri de durup durduğu yerde süresiz işlere mahkum edilip, göç dahi etmeden lümpenleştirilirken, muhalefet neredeydi? Niçin karşı durmadı? Muhalefet dediğimiz duruş, sadece yakın vadede sonuç almakla yetinip uzan vadeli işleri görmezden gelmekle mi olur? Hemen sonuç elde edemezseniz bile dik bir duruşla uzun vadeye yatırım yaparsınız, zamanla fidana dönecek bir tohum ekersiniz*. Durumu doğru mu değerlendiremedi muhalefet; yoksa bilmediğimiz başka sebepler mi var? CHP, boş teneke gibi çınlayan lafları, kuru gürültüyü bırakıp bu noktalarda sahici, içtenlikli özeleştiri yapabiliyor mu? Eleştirilecek noktalar bunlar, sevgili okur. Maziyle uğraşmayalım mı diyorsunuz? Güzel de kökünü kavramadan hiçbir sorun çözülemez ki…

***

Yıllarca süren etkisiz bir muhaleftten sonra, nihayet canını dişine takarak, rasyonel düşünebilen seçmeni, aralarındaki tüm çelişkilere rağmen bir cephede -kısa bir süre için dahi olsa- toplayabilme – başarısını göstermiş, nihayet gerçek bir lider olarak davranmış Kemal beyin süreçteki bir takım stratejik hatalarını ve ödünlerini seçimin kaybının en büyük sorumlusu gibi görmek ve göstermek -eğer kişisel hırsların rekabet güdüsünün bir ifadesi  değilse- bir başka irrasyonel düşünme tarzıdır. Kılıçdaroğlu’nun seçime hazırlık dönemindeki gereksiz ödünlerini eleştirme elbette yurttaşlarımızın da politikacılarımızın hakkıdır; eğer, son seçimi önceleyen uzun yıllardaki vahim hatalar işlenirken, eleştiri ve uyarı görevlerini yerine getirmişler ise!

Yoksa, havadan onlarca milletvekili kapmış beyefendilerin yeterince çalışıp çalışmadıklarını sorgulamadan, partisini kurmasını bile CHP’nin milletvekili ödünç vermesine borçlu hanımefendinin, seçime beş kala muhalefet masasını afra tafra ile devirmesinin verdiği zararın bilançosunu çıkartmadan, sadece Sayın Kılıçdaroğlu’na yüklenmek, eğer küçük siyasal hırsların patlaması değilse, muhalefetin gerçek bir muhalefet olmasını geciktiren – vurgulayalım- sadece bir başka irrasyonel düşünme biçimidir.

***

TBMM başkanı seçimini düşünelim. 6’lı masa ve destekçileri kerpiç gibi dağılmak yerine birlikteliklerini koruyabilselerdi- hepsi haktan hukuktan yana ve  Akp nin yasa dışı uygulamalarından şikayetçiydi, öyle değil mi- hep birlikte TİP’in adayı Gezi tutuklusu ve milletvekili seçilmesine rağmen serbest bırakılmayan sayın Can Atalay’a blok halinde oy verselerdi, belki gene İktidar bloğunun adayı kazanırdı; ama iktidar ağır bir darbe ile sendelemez miydi?