Bunca umut ve coşku dolu bir seçim atmosferinde, “kalp hareketi” ile de sembolize edilen yüksek sevgi bombardımanı (love bombing) ne yazık ki yenilgi ile birlikte yerini “ghosting”e bıraktı. Oysa Kılıçdaroğlu’nun videolarında izlediğimiz vaatlerinden biri de “iktidarımız döneminde ghosting olmayacak”tı.

Seçim sonrası toplumun psikolojisi

Arzu Erkan - Uzm. Dr., Psikiyatrist

Seçimler üzerinden üç ay geçti, duygudan duyguya geçtik hepimiz... Neden biz bugün umutsuzluğu, kaygıyı konuşuyoruz? Çünkü titizlikle karar verip oy verdiğimizde elde etmeyi umduğumuz sonuç, gerçekçi olmayan/yetersiz temsiliyet, hatalı sayımlar, usulsüzlük ya da şaibeler, dezenformasyonlar, bilgi eksiklikleri, muhalefetin sessizliğe gömülmesi ve benzeri etmenler, toplumun geniş bir kesiminde hayal kırıklığı yarattı. Umutsuzluk, karamsarlık, korku baskın duygusal iklimi oluşturdu. Güvensizlik ortamı; ötekileştirici, ayrıştırıcı, şiddet yanlısı söylem ve tutumlar kendisi, yakınları, ülke geleceği ve Cumhuriyet’in kazanımları için endişelenen seçmenin ruh sağlığını doğrudan bozar hale geldi. Çünkü her gün şiddetin, kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının, yolsuzluğun, işsizliğin kol gezdiği bir ortamda hepimiz kaygılanıyoruz. Seçim sonrasında, muhalif seçmen de iktidara oy veren seçmen de kaygılı. Çünkü aynı ülke sorunlarından belli ölçüde nasiplerini alıyorlar.  

Gelinen noktada herkes bir ötekini suçlar durumda. Duygusal ve ilişkisel kopuşlar yaşanıyor. Aidiyet yitiriliyor. Farklı görüşlerdeki seçmenlerini birbirini cahillikle ya da başka sıfatlarla ötekileştirdiğini görüyoruz. “Bir bizim gibi bakabilse” doğru yolu bulacak gibi geliyor. Mesela iktidara oy veren seçmen, muhalefetin okuduğu kaynakları okusaydı, bilgiye sahip olsaydı farklı olurdu gibi geliyor. Oysa pek de öyle doğrusal değil. İnsan beklenildiği kadar rasyonel hareket eden bir canlı sayılmaz. Bir kısmımız zararlı olduğunu bile bile sigara içiyor, diyet yapması gerektiğini bilmesine rağmen yapmıyor, evliliğini bitirmesi gerekirken bitirmiyor, istifa etmesi gerekirken etmiyoruz. Kendimize sözler veriyor, tutmuyoruz. “Doğru”yu biliyor ama yapmıyoruz. Başka başka motivasyonlarla başka başka kararlar verirken buluyoruz kendimizi. Kendimiz böyleyken bir başkası neden farklı olsun? Bizim kararımızı ötekinden iyi yapan nedir? Ya değişen inançlarımız, kararlarımız? “İki cihan bir araya gelse olmaz” derken kurduğumuz ittifaklar, altılı masalar… İnsan böyle bir varlık. Politik seçimlerimizi; içine doğduğumuz ortam, politik söylemler, kişisel ve yakın çevremizin hikâyesi ve özdeşim nesnelerimiz ve bağlam belirliyor büyük ölçüde. Bizleri yönlendiren önemli olgulardan biri de aidiyet... “Biz” ya da “öteki” dediğimizde homojen kitlelerden bahsetmiyorsak da bir grup kimliğine atıfta bulunuyoruz. Genellemelerin pek çok eksiği olsa da örneğin, AKP’nin seçmenine baktığımızda çoğunluğunun doğduğu andan itibaren siyasetin içinde girdiğini, bunu bir yaşam biçimi ve varoluş şekli olduğunu, sosyal bağların, yakın ilişkilerin önemli ölçüde bunun üzerine bina edildiğini ve aidiyet kimliğinin hayli güçlü olduğunu görüyoruz. Kişilerin salt ideolojik görüşe değil büyük ölçüde bu aidiyet kimliğine sadakat sergilediğini ve birlikte hareket edebildiklerini görmek çok da zor değil. Muhalif seçmende bunun daha zayıf olduğunu da... Biat etmiyor olmaktan söz etmiyorum. Muhalif olmak, birey olmak bir grup kimliğine aidiyetten ayrı düşünülmeyi gerektirmiyor. Muhalefetin bu konuda gidecek çok yolu olduğu açık. 

Muhalefet bir başka konuda da üzerine düşeni gerçekleştirememiş görünüyor. Seçim sonrasında seçmeniyle daha fazla etkileşim içinde olmalıydı, daha fazla açıklama yapmalıydı. Bilgi eksikliği ve kaosun olduğu yerde hangi görüşten olursak olalım iktidara, güçlü olana yaklaşma eğilimi kolaylaşır. Belirsizlikler, istikrarsızlıklar, güvensizlik ve tehlike algısı insanların, çaresiz hissetmelerine, donakalmalarına, kendileri için iyi sonuçlanmayacak bile olsa mevcut düzeni sürdürme eğiliminde olmalarına neden olabilir. Bir otoriteye, dediğim dedik geleneksel bir baba figürüne ihtiyaç duyabilirler. Öte yandan bu daha fazla edilgin ve çaresiz hissetmelerine, birey kimliklerini yitirmelerine neden olacaktır. Alışılan düzen neyse onu tekrar etme refleksi gelişebilir. Sorgulamadan oy veren, ilk oylamada hayal kırıklığına uğradığı için ikinci oylamaya gitmeyen seçmenin yaptığı da biraz budur. Evde şiddet gördüğümüzde bir yandan oradan uzaklaşmamız gerektiğini biliriz ancak dışarıdaki hayat daha tehlikeli görünür ve –daha iyi bir çıkış yolu bulana değin– evde kalmaya devam ederiz. O yüzden bu kaosu ve kısırdöngüyü ortadan kaldırmak ancak sahaya inmek, insanlara ulaşmak, bu öğrenilmiş çaresizliği ortadan kaldırmak, sağlıklı bilgi akışını sağlamak ile mümkün olabilir. 

Muhalefetin içinde bulunduğu aşikâr olan çatışma sürecini, “çıkar çatışması” değil, halkın yararına olduğunu şeffaf bir şekilde anlatması gerekir ki insanlar mücadele ve birlik için yeniden umutlanabilsin. Muhalefet seçmeniyle bire bir iletişimi artırdığı, özeleştiri yaptığı, iktidarların üsttenci ve ötekileştirici dilini kullanmadığı zaman insanlar örgütlü olmayı, aktif bir biçimde mücadele etmeyi isteyebilirler. Ötekileştirici dil, toplumda kutuplaştırma yaratıyor. Muktedirin tarzını benimsemiş oluyoruz. Bunu ürettiğimiz zaman karşıdakine en ufak bir siyasi görüşü veya dünya görüşünü aktarma şansımız yok. Kılıçdaroğlu için “lider vasfı yok” denilirken bir anda “pirom”, “dedem” oldu, pek çok kimse hararetle destekledi. Birkaç ayda liderlik vasfı mı değişti, hayır. Kitle hareketiyle, bir arada oluşla bu algı gerçekleşti. Yani birbirimizi yaptıklarımızla ve yapamadıklarımızla etkiliyoruz. 

Bunca umut ve coşku dolu bir seçim atmosferinde, “kalp hareketi” ile de sembolize edilen yüksek sevgi bombardımanı (love bombing) ne yazık ki yenilgi ile birlikte yerini “ghosting”e bıraktı. Oysa Kılıçdaroğlu’nun videolarında izlediğimiz vaatlerinden biri de “iktidarımız döneminde ghosting olmayacak”tı. Seçim sonrasında insanlar haliyle yalnız hissettiler ve yılgınlığa kapıldılar. Anlamlı gelen şeylerin pek çoğu bir anlam ifade etmez gibi oldu. Bu bir nevi yas reaksiyonu. Belki artık eskisi gibi sosyal medyaya girmiyorlar, ülkede olan bitenlerle, politika ile ilgilenmiyorlar, kitap/haber okumuyorlar, sinemaya gitmiyorlar, üretmiyorlar, kendilerine ve etrafına iyi gelecek şeyler yapmıyorlar. Çünkü umut ettiler ve hayal kırıklığı yaşadılar. Bu çok anlaşılabilir bir durum. 

Hayal kırıklığına uğrayabiliriz ancak; stres verici, olumsuz şeylerle karşı karşıyayken “Küstüm, oynamıyorum, hiçbir şey yapmayacağım” deme lüksümüz yok. Biz bir şey yapmayınca da bir şey değişmeyecek. Bu yılgınlığın içinden çıkmak için birlikte yas tutmak ve umudu yeşertmek gerekiyor. “Bir şey yapmadığımızda, hareketsiz kaldığımızda teslim olmuş, çaresiz hissediyoruz. Toplumsal bağların, doğanın parçası olmak, üretmek, çalışmak, bazen başkalarına aykırı gelse de ‘o fikrin’ savunusunu yapmak, ifade etmek, talep etmek, hakkını aramak, sevmek, üretmek bizlere iyi gelecek olan şeyler... Birbirimizi aşağı çekmeye değil, dayanışma kültürünü artırmaya, örgütlülüğe ihtiyacımız var. Örgütlülük” dediğimizde insanlar korkuyorlar ancak bir WhatsApp grubunda olmak, sandık başında beklemek, bir STK’da bulunmak da örgütlülük... 

Unutmamamız gereken bir başka şey de seçimler sadece bizim oy verdiğimizde yönlendirebileceğimiz şeyler değil. Tüm seçimlerde olduğu gibi karar verme süreçleri yani oylama işlemleri sürecin yalnızca bir parçası. Oylarımız belirleyici olsa da yönetim sistemleri ve siyasilerin icraatları bizlerin oy verirken hayalini kurduğumuz sonuçlarla bağdaşmayabileceğine hazır olmalıyız. Yine de o hayali uygulamaya geçirebilme olasılığı için o oyun kullanılması gerekiyor. Vatandaş olarak hangi dünya görüşüne ve inanç sistemine sahip olursak olalım bir yandan oyumuzla geleceğimizi değiştirebilme kudretine sahibiz diğer yandan tek başına bizim oyumuz hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor. Kitlesel katılım ve adil bir değerlendirme olmadan, politik meşruiyetten söz edemeyiz. Bunun için de “bizden olmayan”a da ihtiyacımız var. 

“Mücadelede kutuplaşmayı, ötekileştirici söylem ve tutumları değil bütünleştirici bir bakışı hedeflemedikçe bu dayanışmanın çözülmesi an meselesi” diye belirtmiştim seçimler öncesinde kaleme aldığım yazıda. Öyle de oldu. 

“İhtiyacımız olan fanatizm ve vandallık değil, farklılıklara saygı duyabilmek ve eşitlikçi, kapsayıcı bir yaklaşımı, demokratik yöntemleri kullanarak uygulayabilmek. Hakikati söylerken, insanların yanlışlığına değil, koşullar ve bağlama göre, deneyimlere göre, kararların değişebilirliğine işaret etmek. Bizim görebildiğimiz ama ötekini göremediğini iddia ettiğimiz her ne varsa, ötekini kör olmakla suçlamak yerine gösterebilmek, onun gözünden de görebilmek… Bireysel olarak da toplumsal olarak da bizlere en iyi gelen bu olacaktır. 

Bunu uygulamak pek çoğumuz için kolay olmuyor. Alışkanlıklarımız var. Egemen söylem var. Travmalarımız, kendi deneyimlerimizden yola çıktığımız haklı nedenlerimiz var. Ama hem kendimizi hem ötekini anlamaya çalışarak birlikte dönüşmek mümkün. Siyasi otoritelere olan söylemlerimizle seçmeni ayrı tutmak gereken yerleri çoğu zaman kaçırıyoruz. Yakınlık duyduğumuz ya da parçası olduğumuz siyasi oluşumların söylemlerinin, eylemlerinin edilgin bir üyesi olmak zorunda değiliz. Siyasetsiz olmaz ama siyasetin de kimi zaman kaygan bir zemine sahip olduğunu unutmamak gerek. Yurttaşlar farklı görüşlerinden ötürü birbirini hırpalarken, bağlı oldukları siyasi partilerin belli stratejiler güderek ittifaklar oluşturmasını buna örnek olarak verebiliriz. Eşit, özgür, adil, barış içinde bir dünya kurmanın yollarını aramaya, birbirimizi halimizden haberdar etmeye, hakikatin peşine birlikte düşmeye, yurttaşlar olarak siyasetçilere yön verme çabalarına devam etmeliyiz. Bizler birer oydan ibaret değiliz. Seçmen olarak gücümüz kimi seçeceğimizle sınırlı değil. Aksine oy verdiğimiz temsilcilerin bizi nasıl yöneteceğini ve toplum dinamiklerini belirleme gücümüz var.” 

Hangi siyasi görüşe yakın hissedersek hissedelim, herhangi bir “baba”nın gelip bizi kurtarmasını beklemeksizin kendi öz kaynaklarımızı harekete geçirerek bu güce, umuda ve demokrasiye sahip çıkmalıyız. Hepimiz için.