Seküler kesime vurmanın dayanılmaz hafifliği
Dilara İlbuğa Yıldırım - Siyasal İletişim Danışmanı
Son 20 yılda ülkemizde birçok şey dönüşürken, değişirken, elbette izlediğimiz şeyler de bu dönüşümden nasibini aldı. 1990’lı yıllarda TRT’de Şaşıfelek Çıkmazı dizisinde bekâr kadınların hayatlarını izlerdik.
Sevgilileri olurdu, bir masada toplanıp rakı içebilirlerdi. Şimdilerde sadece TRT’de değil, herhangi bir televizyon kanalında bunu izlememiz imkânsız. Ciddi bir mevzi kaybettik ve kaybettiğimiz bu mevziyi kabullendik. Artık başka şeyler izliyoruz.
Televizyonda bütün bir akşamı kaplayan ve milyonlarca kişi tarafından izlenen diziler arasında iki yapım farklı temsilleri, kendilerine yönelen yasak ve engellemeler ile dikkatleri çekti. 2022 yılında başlayan Kızılcık Şerbeti ve aynı yapım şirketinden çıkan, 2023 yılının sonlarında ekranlarda görmeye başladığımız Kızıl Goncalar dizileri ile daha önce tekil birkaç örneğini izlediğimiz toplumsal kutuplaşma temsilinin milyonlara açılmasına tanık olduk.
AKP’nin 20 yılı aşkın süredir, toplumsal hayatın merkezine yerleştirdiği dindarlar-laikler ikiliği kendine popüler kültürde pek temsil olanağı bulamamıştı. Bu anlamda toplumun böylesine ötekileştirildiği, keskin sınırlarla birbirinden ayrıştırıldığı ve “onlar-biz” ayrımının altının iktidar ve ortakları tarafından sürekli çizildiği, yeniden üretildiği bir ortamda bu ayrışmanın temsilini televizyondan izlemek elbette ilgi çekiciydi.
Muhafazakâr ailenin biricik oğlu Fatih ile seküler bir ailenin kızı Doğa’nın birbirine âşık olmasıyla başlayan Kızılcık Şerbeti, Nursema karakterinin kendisine dayatılan hayata ve ailesine başkaldırmasıyla hepimizin ilgisini çekti. Hatta bu dindar kadın rolünün isyanının çektiği ilgi iktidarı rahatsız etmiş olacak ki, dizi o bölümler sırasında yasaklamalara maruz kaldı. Bu yasaklamalar ve sansür bir yerde karşılık buldu ve dizi iktidar cephesinden bakacak olursak kendine “çekidüzen” verdi.
Bir diğer yapım Kızıl Goncalar ise tarikat temsili ile dikkatleri ve reytingleri üzerine çekti. İki dizi de yayınlandıkları gün Türkiye’nin en çok izlenen yapımları oluyorlar ve milyonlarca insana ulaşıyorlar. Yapımcıları Fatih Turgut, Mirgün Cabas’la yaptığı röportajda Kızılcık Şerbeti’nin tek bir bölümünün yaklaşık 35 milyon insana ulaştığını söylüyor. Peki, temelde Türkiye’de insanların inanç üzerinden yaşadıkları ayrışmaya, birbirlerine dair önyargılarına odaklanacağı iddiasıyla yola çıkan söz konusu bu diziler hangi noktalarda ortaklaşıyor ve bize ne anlatıyor?
Dizilerin konularını, temsiliyet düzeylerini tek başına inceleyerek, eşeleyerek bir yere varamayacağımız açık. En nihayetinde bu iki dizi de daha önce binlercesini izlediğimiz, yerli dizilerden ikisi olarak kalacak. Ama bu dizilerin anlatısının ardına bakmamız, ortaya çıkışlarının maddi koşullarını detaylandırmamız yani biraz daha derine bakmamız gerekiyor ki gerçeğe yaklaşabilelim. Öncelikle iki dizide de sınıfsal çatışmanın üzerinin örtüldüğüne tanık oluyoruz. Farklı sınıfların temsilinin bu yapımlarda yer bulması, çatışmanın görünür kılınmasını gerektirmiyor. Çatışmanın sadece seküler-muhafazakâr boyutunda kalması bütün toplumsal zeminin sanki bu ikilem üzerinde yükseldiği yanlış algısını besliyor ve gerçeği yanlış tarafa bükerken, kitleleri de oyalıyor.
İki yapımda da seküler kesime yönelik hemen hemen aynı şablonları görüyoruz. Siyasal, ekonomik ve ideolojik hattan bağımsız; sanki gökten ansızın düşen iki kesim var ve bunlar birbirleriyle çatışma içindeler. Üstelik bu çatışmada sürekli gol yiyen nedense seküler kesim oluyor. Muhafazakârlar seküler kesimin tüm kötü alışkanlıklarını, gündelik pratiklerini çok iyi biliyorlar, düşmanlarını tanıyorlar ve yanlışı görüyorlar. Sekülerler ise sanki İslamı bilmedikleri için seküler hayat tarzında ısrarcılar. Yani seküler kesim, İslamı tanısa çok sevecekmiş gibi bir tablo var elimizde. Gericiliğe karşı korunan mesafe, laikliğin ekmek gibi su gibi temel bir ihtiyaç olması, seküler yaşam tarzı için mücadele etmek tesadüfmüş; bunlar birer kazanım değilmiş gibi bir hava esiyor iki dizide de. Dolayısıyla sekülerlik bir tercih değil de İslamı tanımamaktan ötürü sapılan yanlış bir yol gibi. “Tanısan çok sevesin” mesajı altında sürekli İslami ritüellerin işlenmesine tanık oluyoruz. Ramazan sofraları, sabah namazları, abdest sahneleri bitmiyor.
Kızıl Goncalar’da gösterilen zengin, seküler ailenin liseye giden kızı Mira’ya “Ramazan” dendiğinde “Ramazan kim?” gibi bir replik aklımızla dalga geçiyor adeta. Ya da Kızılcık Şerbeti’nde seküler ailenin üniversiteli kızı Çimen’in oruç tutması istendiğinde “Ben aralıklı oruç yapıyordum aslında ama onda su içilebiliyordu” cümlesi komik olmaktan bile çok uzak. Bugün Türkiye’de eğitimdeki gericileşme Cumhuriyet tarihinin zirvesine çıkmış durumda. İlkokulu bitirmiş herhangi birinin ramazan ayı ya da oruçla ilgili hiçbir bilgisinin olmadığı kurgusu hayal bile edilemez. Kaldı ki şiddetle dindarlaşan, bütün toplumsal kodlarına siyasal İslamın ilmek ilmek işlendiği günümüz Türkiye’sinde iki dizide de estirilmeye çalışılan bu hava pek masum ve tesadüfi değil.
Ebeveynliği bile seküler-muhafazakâr ikileminden okuyan senaryolara tanık oluyoruz. Kızıl Goncalar’da seküler anne çocuğuna sahip çıkmayan, onu istemeyen, ilgisiz ve bencil biriyken; muhafazakâr anne kızı için her şeyi göze alıyor. Kızılcık Şerbeti’nde seküler baba Kayhan yalancı, dolandırıcı, güvenilmez biri iken, muhafazakâr baba Abdullah kudretli, zengin ve toplumda ağırlığı olan biri.
Kadın meselesi ise tıpkı muhafazakârlığın olduğu gibi bu iki dizinin de temel dinamiklerinden. Kadınların ezildiği, saçmaladığı bölümleri ardı ardına izliyoruz. Kızılcık Şerbeti dizisinde ayakları yere sağlam basan tek bir kadın karakteri kalmadı. Dizinin fenomeni Kıvılcım, muhafazakâr erkeklerle çok iyi anlaştığını, fikirlerinin ortaklaştığını iddia eden bir yere sürüklendi. Kıvılcım’ın iki kızı da hayatta sürekli yanlışlar yapıyor ki buradan da açık bir şekilde Kıvılcım’ın kötü bir anne olduğu yargısına ulaşıyoruz. Seküler kesimdeki tüm kadınlar kolaylıkla hata yapabiliyorlar. Aşkı için eğitimini yarıda kesen ve onu aldatan eşiyle ne olursa olsun hâlâ birlikte olmak isteyen, boşandıktan sonra hayatını asla yeniden kuramayan Doğa, dindar ailenin evli oğluna âşık olup onun bir lafıyla kapanan ve imam nikâhıyla adamın ailesinin yanına yerleşen Çimen, kuma olma halini kabul eden Alev… Kolay kandırılan, aptal, seküler kadın temsilinin her bölüm yeniden üretilişini izliyoruz. Nafaka gibi güncel bir sorunda nafaka alan kadının gurursuz olduğu vurgusu, “Kadın beyanı esastır” ilkesiyle adeta dalga geçer şekilde masum erkeklere iftira atan kadın karakterler yaratılması ile bu liste daha da uzatılabilir.
Kızıl Goncalar’da ise daha karanlık bir tablo görüyoruz. Dindar ailenin çok zeki, parlak kızları 14 yaşındaki Zeynep’in eğitimi için çabalanırken bir anda bu çabanın önüne tarikatçı Cüneyd’in karizması geçiyor. Binlerce çocuğun istismar, taciz, tecavüz haberlerini aldığımız, bu memleketin en temel, en can yakıcı sorunlarından biri olan tarikat gerçeğinin üzeri Cüneyd’in karizması ile örtülmeye çalışılıyor. Dizinin ilk bölümlerinde kendi temsillerinden rahatsız olan bazı tarikat ve cemaatin şimdilerde sessizleşmesinin en büyük nedeni de bu olabilir: İyi bir temsil, hiç temsilden iyidir.
Peki, söz konusu bu diziler bu haliyle seküler kesimi hâlâ nasıl elinde tutuyor dersek, bunun birçok nedeni var elbette. Dizi izleyicisinin alışkanlığı, merak öğesi gibi unsurlar çok önemli bir yer tutmakla birlikte popülist Kemalist dokunuşlarla seküler kesimi kendine bağlamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bunun en iyi örneğini Kızılcık Şerbeti’ndeki başrollerden Kıvılcım’ın iki bölümde bir tekrarlanan “Biz Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyetin kadınlarıyız” tadındaki cümlelerinde sıklıkla görüyoruz. Sermaye temsilcilerinin seküler kesimlerin hassas noktalarına temas ettiği milli bayram reklamlarından bile daha samimiyetsiz işlenen bu sahneler seküler kesimi hâlâ dizide tutabiliyor. İki saatin neredeyse tamamında muhafazakâr olmayana aptal muamelesi yapılırken, iki üç dakikalık videolarla da seküler kesime pansuman yapılıyor. Tabii bu repliklerle bir yandan da İslamcıların önüne parçalamaları için seküler bir kadın figürü atılmış oluyor.
Tüm bunlara baktığımızda bu dizilerin iddia ettikleri gibi toplumdaki ayrışmayı kapatmak bir yana daha da derinleştirdiğini ve seküler kesimi aşağılamanın bir aracı olarak kullanıldıklarını söyleyebiliriz. Kültürel iktidarı sadece kültür ürünleri üretmekten ve tüketmekten ibaret görenler için iktidar, kültürel iktidarını kuramamış olabilir. Ama kültürün gerçek kapsamına ve söz konusu ürünlerin var oldukları maddi toplumsal koşullara baktığımızda, iktidarın söylemini her yere, hatta bazen muhalefete bile kabul ettirdiğini açıkça görüyoruz. Egemen ideoloji kendini yeniden üretmeye devam ediyor: Kahrolsun laikler, çok yaşasın dindarlar.