İslamcı-liberal ittifakı tarafından türdeş bir Türk ulus-devleti kurmak uğruna işlenen suçlarla eleştirilen İttihatçılar, bu kez aynı hedefe yönelik eylemleri nedeniyle methedilirken Osmanlı-Cumhuriyet burjuva devrimi bütün toplumsal içeriğinden soyutlanarak bir etnik hayatta kalma savaşına indirgeniyor.

Seküler milliyetçiliğin yükselişi ve yeni-İttihatçılık

ÇAĞDAŞ SÜMER - Tarihçi, Yazar, Çevirmen.

Türkiye’nin son yetmiş yılına damgasını vuran siyasi/ideolojik cereyanlar arasındaki hegemonya mücadelesinin en önemli muharebe alanlarından birisi, hiç kuşkusuz tarih olageldi. Sol Kemalizmden farklı kulvarlarıyla sosyalist harekete, Türkçü faşizmden siyasal İslamcılığa ve nihayet günümüzde yükselen seküler milliyetçiliğe dek söz konusu dönemde siyaset alanına şu ya da bu iddiayla çıkan her akım, bir yandan resmî ideolojiyle ve yekdiğeriyle mesafesini tayin etmek, diğer yandansa hem kitlelerin hem de kadroların gözünde meşruiyet üretecek, ikna edici bir anlatı inşa etmek için tarihe yöneldi.

İmparatorluğun çöktüğü ve enkazından yeni bir ulus-devletin doğduğu 1908-1928 uğrağıysa, sadece Osmanlı halkları için bir ‘‘büyük felakete’’ dönüşen çatışmalarla değil, bu şiddetli kriz döneminin öne çıkardığı, Enver, Talat, Mustafa Kemal gibi ‘‘büyük isimlerle’’ de her bir anlatı için özel bir öneme sahip oldu.

Resmî ideoloji olarak Kemalizm, ulus olmanın en önemli koşullarından biri olan kolektif unutmayı sağlamak için imparatorluktan ulus-devlete geçişin etno-dinsel çatışma ve etnik temizlikle dağlanan tarihinin üstünü örtmeye yönelik bilinçli bir çaba sergilemişti. Dahası Cumhuriyet rejiminin kadrolarını yakın geçmişe bakarken iki temel öncelikle hareket etmişti: Osmanlı geçmişiyle kopuşun altını çizmek ve saflarından geldikleri, ama 1920’lerin ikinci yarısına kadar da bir iktidar alternatifi olmasından çekindikleri İttihat ve Terakki’yle olan mesafelerini korumak.

İdeolojik hegemonya mücadelesinin şiddetlendiği 1960’lı yılların ikinci yarısından sonraysa hem devrimci hem de karşıdevrimci ideolojiler, anlatılarını inşa ederken söz konusu uğrağa kendi siyasal önceliklerinden hareketle yaklaştılar.

Örneğin sosyalist hareketin Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerine bakışı ağırlıklı olarak devrim stratejisi tartışmalarıyla biçimlenirken; İTC’nin ve Kemalistlerin ‘‘jakoben’’ karakteri, önce bir tarihsel köken bulma çabasıyla duygudaş, sonraysa popülist basıncın etkisi altında giderek mesafeli değerlendirmelere konu oldu. Sağ siyasette, Türkçü faşizm resmî ideolojiyle dirsek temasını yitirmeme kaygısıyla Türkçülüğün kuruluş evresi diyebileceğimiz İttihat ve Terakki dönemine herhangi bir olumlu atıfta bulunmaktan çekiniyordu. İslamcılık ise yine içinden doğduğu bu dönemi, radikal Batıcılığın kuluçka evresi olarak görüyor ve özellikle Osmanlı mirasını ihya etme çabasıyla, İttihat ve Terakki’yi İmparatorluğun çöküşünden sorumlu tuttuğu bir Yahudi-mason komplosuna indirgiyordu.

Karşıdevrimin 1980’ler ve 1990’lar boyunca Türk-İslam senteziyle ağırlığını hissettiren, AKP dönemindeyse liberal-muhafazakâr tarihyazımının resmî tarih statüsüne ulaşmasıyla tescillenen zaferine, 1908-1928 uğrağının ve bu uğrağın ana aktörlerinden olan İttihat ve Terakki’nin adeta şeytanlaştırıldığı yeni bir anlatının doğuşu eşlik etti. Yahudi-mason komplosunun ötesine geçmekte her daim zorlanan İslamcılığın yardımına Anglosakson akademisinde filizlenen ulus-devlet sonrası paradigmayı da arkalarına almış liberallerin koşmasıyla, ulus devletin kuruluş süreci ve bu sürecin ideolojik çimentosu “ayaklar altına alındı”. AKP döneminin liberal milliyetçilik eleştirisiyle tahkim edilmiş ‘‘Yeni-Osmanlıcılığı,’’ İmparatorluğun çöküşünü bir grup maceracının ultra-milliyetçiliği, köksüz sekülarizmi ve hatta faşist rejimlerin habercisi diktatoryal hevesleriyle açıklıyor, 1908 devrimini yaratan ve Meşrutiyet rejimine damgasını vuran toplumsal dinamikler el çabukluğu marifet halının altına süpürülüyordu. Emperyalizmi, sınıf mücadelelerini ve toplumsal çatışmaları görmezden gelen, retrospektif bir bakış açısıyla bütün bir Meşrutiyet dönemini ulus-devlet kuruluşunun felaket dolu türdeşleştirme politikalarıyla açıklayan, ideoloji odaklı bu anlatı, İttihat ve Terakki içindeki farklı sınıfsal, düşünsel, siyasi ve ideolojik konumlanışları da bir Türkçülük bohçasının içine tıkıştırmaktan çekinmiyordu.

İslamcılığın ideolojik hegemonyasının doğal sınırlarına ulaştığı, başta gençler olmak üzere toplumun hatırı sayılır bir bölümünün yeni rejim tarafından kapsanmasının mümkün olmadığının giderek daha fazla anlaşıldığı bugünlerdeyse, tarih, özellikle de 1908-1928 uğrağı yeniden hegemonya mücadelesinin alanı haline geliyor. Son seçimlerin de açık bir şekilde gösterdiği gibi, AKP rejimi bütün yıpranmışlığına rağmen siyasi gücünü korumayı başarmış olsa da, ideoloji alanında İslamcılığın geleneksel sınırlarına ricat halinde. Artık liberallerin desteğini de büyük oranda yitirmiş ‘‘Yeni-Osmanlıcı’’ İslamcılığın karşısınaysa, henüz şekilsiz ama giderek simgeler ve söylemler üzerinden kendisini hissettiren bir seküler Türk milliyetçiliğinin çıktığını ve bu akımın başta mülteci sorunu olmak üzere kimi yakıcı siyasi gündemler üzerinden ağırlığını hissettirmeye başladığını söylemek mümkün.

Henüz ideologları, kuramcıları, kadroları ve kendine ait yayın organları olmayan söz konusu seküler milliyetçiliğin karakterinin nasıl şekilleneceği de belirsizliğini koruyor. Bir yandan cumhuriyetle ve radikalizmi törpülenmiş bir laikle barışık bir tarih okuması öneren ‘‘post-post Kemalizm’’ tartışması, yeni hegemonya mücadelesinde seküler milliyetçiliği, anayasal, civic ve liberal bir milliyetçilik olarak tanımlama çabasına denk düşüyor. Öte yandansa ‘‘millet’’i yabancı, mülteci ve Arap düşmanlığı üzerinden tanımlamaya ve seferber etmeye çalışan, etnik/kültürel dozu çok daha kuvvetli bir seküler milliyetçilik akımı da özellikle performatif ve söylemsel siyaset alanında kendisine giderek daha fazla alan açıyor. İYİP grup toplantılarında dile getirilen ‘‘Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet!’’ sloganıyla Ümit Özdağ’ın 1915’in yıldönümünde Talat Paşa’yı anan paylaşımları arasında salınan bu akımın yine bir bütünlükten uzak olduğu görülen tarih anlatısının merkezinde de, erken Cumhuriyet döneminin ulus inşasından ziyade, Türkçülüğün kuruluş yılları olarak görülen İTC dönemi ile Talat ve Enver gibi önde gelen İttihatçılar yer alıyor.

Bununla birlikte seküler milliyetçiliğin Türk ulusunun kurucusu ve kurtarıcısı olarak İttihat ve Terakki anlatısı, büyük oranda karşı çıktığı Yeni-Osmanlıcı anlatının bir ayna görüntüsü olmanın ötesine geçemiyor. İslamcı-liberal ittifakı tarafından türdeş bir Türk ulus-devleti kurmak uğruna işlenen suçlarla eleştirilen İttihatçılar, bu kez aynı hedefe yönelik eylemleri nedeniyle methedilirken, Osmanlı-Cumhuriyet burjuva devrimi bütün toplumsal içeriğinden soyutlanarak, bir etnik hayatta kalma savaşına indirgeniyor. Böylece, II. Meşrutiyet döneminin ve Osmanlı-Cumhuriyet burjuva devriminin kurucu kuşağının, yalnızca ‘‘ulusun bekası için verilen bir mücadeleden ve bu uğurda yapılması gerekeni yapan kahramanlardan’’ ibaret görülmesi, İslamcılık karşısında yükselen tepkilerin sağ bir milliyetçiliğe hapsedilmesine ve Türkiye ilericiliğinin kötürümleştirilmesine hizmet ediyor.