Eskiden, kimin kimden aldığı belli olmayan, “çocukluk hastalığına” benzer pek revaçta bir inanış vardı. Bu yaygın inanışa göre yoksulluk ne kadar artarsa...

Eskiden, kimin kimden aldığı belli olmayan, “çocukluk hastalığına” benzer pek revaçta bir inanış vardı.

Bu yaygın inanışa göre yoksulluk ne kadar artarsa, açlık ne kadar yaygınlaşırsa, geniş yığınlar ne kadar çok dara düşerse, hareket kabiliyetleri ne kadar azalıp çaresiz kalırsa, bıçak o kadar çabuk kemiğe dayanır, mevcut sisteme başkaldırıp düzeni değiştirmeye o kadar çabuk karar verir ezilenler. Yani kısacası kapitalizmin uzlaşmaz çelişkileri ne kadar keskin olursa, sonu da o kadar çabuk gelir. “Zulmün artsın ki, zeval bulasın” halk inanışına yakın bir fikir diyebiliriz buna!

Hayat bunun böyle olmadığını çok çabuk öğretti bize.

Yoksulluk artınca, işsizlik büyüyünce, geçim zorlaşınca, fuhuş çoğalınca, ahlaksızlık alıp başını yürüyünce “devrim” olmuyormuş meğer; olan yine de “işçi sınıfına” ve “ezilen yoksullara” oluyormuş.

Devrimin “objektif ve sübjektif şartları” değişti şimdi; o şartlar şu anda nedir, vallahi benim kıt aklım ermiyor onlara. Yüksek ilim gerekir bunun için, bir de toplumun ruhunu okuma becerisi ki o da benim gibi adamların pek becerebilecekleri bir şey değil.

Neyse… Deminden beri anlattığım teori, gazetemizi yapan yazı işleri elemanlarının çok inandığı bir teori olsa gerek ki, ikinci defadır “yiyin birbirinizi” başlıklı haberlere rastlıyorum BirGün’ün birinci sayfasında.

İlki İlhan Selçuk gözaltına alındığında manşetti gazetede; ikincisi de Emre Kongar ile Cengiz Çandar, NTV’deki “Görüş Farkı” programında kapışınca Gökhan Gençay tarafından yazılan analizin başlığıydı.

Birincisinde sustum, içime attım; ikinci defa aynı deyimle karşılaşınca, bu kez söz almak farz oldu.

Bir kere Ergenekon meselesinde olup bitenlere sosyalistler “seyirci” değil, tam tersine müdahil olmalı. Dünyanın Gladyo dediği, bizimkilerin Ergenekon adını verdiği yasadışı bir yapılanma, neredeyse 40 yıldan beri cinayet işliyor, darbe tezgâhlıyor, adam fişliyor, her türlü yasadışı iş çeviriyor; bir savcı çıkıp bu yapılanmayı dağıtmaya çalıştığında, sosyalistler “valla bu mesele burjuvazinin bir iç sorunudur, onlar birbirini yesin, bizi ilgilendirmez, biz devrim yaptığımızda nasılsa bunların hiçbiri olmayacak” diyemez.

Derlerse çocukça hareket etmiş, tabiri maruz görün ama aptallık yapmış olurlar.

Sosyalistler, Ergenekon meselesinde taraftır. Çünkü davacıdırlar onlar, bu işten zarar görmüşler. Hesap sormaları gereken onlardır. Bu yasadışı yapılanmanın değirmenine su taşımış olan kim olursa olsun, vakti zamanında kendine sosyalist demiş olsa bile sosyalistler, onu bir tarafın adamı değil, gizli yapılanmanın suç ortağı olarak görmelidir. Bu yasadışı yapılanmanın dağıtılması girişimini, bizim dışımızda kalan iki kampın birbiriyle savaşı olarak nitelendiremezler.

Onlar birbirini yerlerken bizim olup bitenleri seyretmemiz politika değil, politikasızlıktır çünkü. Bir yer bulmalıyız kendimize.

Ya birinden yanayız ya da ikisinden de farklı bir politikamız olmalı. Sevmediğimiz iki gücün çatışmasından kazanç elde etmeye çalışmak politika üretmek değildir. Oradan elde edilecek bir kazanç yoktur çünkü.

Bu ülkede eksiksiz bir demokrasinin yerleşmesi, Kürt meselesinin silahsız bir şekilde çözülmesi, devletin dinle barışması, başta Alevilik olmak üzere her türlü inanca özgürlük tanınması, insan haklarının her şeyin üstünde tutulması mücadelesinde ben şahsen benim gibi düşünen kim olursa olsun, onunla aynı kampta yer almaktan gocunmam, tam tersine gurur duyarım.

Darbecilik meselesinde de bilhassa....

Bu durumda “yiyin birbirinizi” manşeti, Gökhan Gençay’ın dediği gibi “isabetli bir öngörü” değil, bana göre politikasızlığın ve “aczin” ifadesidir.

Kimse kusura bakmasın!

Sele kapılmış, nereye gideceği belli olmayan kütük olamam; siz de olmayın!