Sermayenin yarattığı sorunun faturası ona direnenlere kesilemez

İlkay Öz

Kapitalist sistemin sacayaklarından birini insan emeğinin sömürüsü oluştururken diğerini de doğanın talan edilmesi oluşturuyor. Bunun güncel örneğini Akbelen’de görebiliriz. Sermaye bir yandan maden işçilerinin emeğini sömürürken (ve onları doğanın talanının meşruluğu için kullanıyor) diğer yandan da yüzlerce yıllık ekosistemi tahrip ediyor. Bu anlamda doğanın metalaştırılıp talan edilmesine karşı ekoloji mücadelesiyle, emeğin sömürülmesine karşı sınıf mücadelesi antikapitalist temelde birleşiyor aslında. İktidarın sermaye için doğayı talan, küçük çiftçiliği ve köylülüğü ortadan kaldırma politikalarını ve bunun karşısında emekçilerin, küçük çiftçinin, köylünün, çevrecilerin ve solun birlikte mücadele imkanları üzerine SOL Parti Tarım Çalışma Grubu sözcülerinden Özge Güneş’le konuştuk.

Akbelen’de madencilik faaliyeti madencilerin kendileri ve ailelerinin geçimlerini kısa süreli olsa da sürdürmelerini sağlayacak. Bununla birlikte bu süreli istihdam koşulları sonrası hem bir ekolojik yıkım meydana gelecek hem de maden faaliyetinin neden olduğu sağlık problemlerine maden işçileri farklı mekansal ölçeklerde maruz kalacak. Önce işyerinde, yani madende, ardından yaşadıkları yerleşim yerinde ve en son da civardaki tarımsal ürünlerde madenden kaynaklı oluşacak kimyasal etkiler sonucu sofralarında… Keza bu ormanların bir kısmı da zeytinlik. Ayrıca bu ormanlar bu zeytinler ve bitkisel üretim için de yağmur toplama havzası. Bu ormanların ortadan kalkması demek oradaki zeytin tarımının ve küçük üreticinin de sonu demek.  Tüm bunları düşününce Akbelen’deki sürecin tarım, gıda, emek ve ekoloji alanlarını bütünleştiren bir olgu olduğu söylenebilir mi?

Evet kesinlikle öyle. Sadece maden yatırımları da değil, bugün istihdam ürettiği gerekçesiyle ortaya çıkmış "kırsal kalkınma" adıyla gerçekleştirilen projelerin tümünde; inşaat, enerji ve madencilik gibi sektörlerin, sermayenin birikim alanları olarak artan şekilde doğayı talan etmesi, kirletmesi nedeniyle böyle bir durumdan söz edebiliriz.  Organize sanayi bölgelerini düşünelim; benzer bir tablo burada da var. Bir yanıyla küçük çiftçilerin ve köylülerin geçim araçları gasp ediliyor; ekolojik yıkım dediğimiz tek başına çevresel tahribattan ibaret bir olgu değil. Diğer yanıyla da bu gaspın bir sonucu olarak kırdan geçinenler, küçük çiftçiler ve köylüler gerek yasal gerekse de başka türden baskılar aracılığıyla, örneğin işsizlikle tehdit edilme gibi, sanayiye ucuz iş gücü haline getiriliyor. Bu yaşamı bütünüyle dönüştüren bir sonuç doğuruyor haliyle. 

Birikim rejimi emeğin gerçekleşme koşullarını da, yeniden üretimi ya da gündelik hayatın örgütlenişini de belirliyor neticede. Kadınlar için daha da eşitsiz koşullar ortaya çıkarıyor. Dahası bu türden özelleştirmeler, gaspı denetimsizliği ve plansızlığı da besliyor. Depremin bir faciaya dönüşmesinde veya Soma katliamı örneğinde bunun izlerini görebiliyoruz. 
Veya başka sorun alanlarında da, gıda krizi, iklim krizi gibi doğanın talanıyla ilişkili olarak toplumsal, iktisadi, ekolojik ve halk sağlığı, işçi sağlığı gibi alanlara tezahür eden sorunlar bu birikim süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bugün yetersiz beslenmenin toplumsallaşmasını tohumun, toprağın, emeğin gaspından ve buna bağlı olarak artan ithalat ve ihracat politikalarından bağımsız düşünemeyiz örneğin. 

Akbelen’deki maden faaliyetlerinin sürdürülmesi için bir işçi sendikası üzerinden şirket halkla ilişkiler stratejisiyle emekçilerin ekmek parasını buradan kazandıklarını, madenin kapatılması durumunda evlerine ekmek götüremeyecekleri yönünde bir söylem üretti. Kimi toplumsal kesimler de bu söylemi sorgulamadan kabul etti ve Akbelen’deki örgütlü bir işçi sınıfının emek mücadelesinin karşısında doğayı savunan, ekolojistleri, köylüleri ve sosyalistleri toprak sahiplerinin çıkarlarını savunmakla, işçi sınıfını desteklememekle, kısacası küçük burjuva refleksiyle suçladılar. Bu bakış açısı nasıl ele alınabilir?

Bu bakış açısının ıskaladığı çok başat bir aktör var: sermaye; özel veya kamu otoritesi olarak sermaye. Yani bu durumda işveren/şirket; maden sahası genişletmek için yasa dışı biçimde ormanı gasp eden şirket olarak YK Enerji ve buna izin veren ve hatta türlü imtiyazlarla gaspı adeta ödüllendiren iktidar. Sermayenin emek rejimindeki, sermaye birikimindeki bu rolü/biçimi/işleyişi; bu işleyişin gerek santral işçilerinin yaşamına gerekse de köylülerin yaşamına etkileri hesaba katılmadığı sürece, buradan ayakları yere basan emekten yana anlamlı bir tahlile varılması da mümkün olamaz.  Bu nedenle her şeyden önce bu son derece önemli sorunu doğru biçimde sorunsallaştıracak bir perspektife ihtiyacımız var. Neticede bu Akbelen’e dair bir sorun da değil. Daha önce başka direnişlerde, köylerde gördüğümüz bir sorun. Dahası, sermayenin adil geçiş adı altında pazarladığı iklim rejiminin sermaye dostu kalmasını hedefleyen “yeşil dönüşüm” projelerinin de en önemli handikaplarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Doğru sorunsallaştırmazsak kendimizi yıllardır sermayeye karşı, emekleriyle kazandıkları yaşamı savunmak için direnenleri ve onlarla dayanışma içinde hareket eden aktivistleri karikatürize eden bir pozisyonunda buluruz. Biraz daha açmak gerekirse, işçilerin ve köylülerin üretim ve yaşam koşullarını birbiriyle çatışır hale getiren maddi gerekçelere bakmalı; yaşamlarının gerçekten ne gibi tehditler altında olduğunu anlamaya ve konuyu buradan hareketle ele almakla başlamalıyız diye düşünüyorum. Bu şekilde bakarsak bu çatışmada sermayenin rolünü görebilir ve santral işçileri ile köylüler ve çevrecilerin çıkarlarını ortaklaştırabilir; mücadelenin sermayeye karşı emeğiyle geçinenler arasında bir mücadele olarak düşünülmesine katkı sağlayabiliriz.

Soma’da gördüğümüz üzere 2000’li yıllarda sermaye enerji ihtiyacı için teşviklerle madenlere yöneldi, bu dönemde küçük çiftçilik yapan ve özellikle tütün üreticisi olan köylüler çeşitli neoliberal stratejilerle topraklarından kopartılarak madenlerde işgücü olmak zorunda bırakıldı. Bu anlamda Akbelen tahribatını madenlerin istihdam sağlaması nedeniyle savunanlara karşı burada olguların sonuçları değil de ortaya çıkış gerekçeleri öne çıkarılabilir mi? Bu bilindik hikâye, çiftçinin neoliberal dönemde çeşitli gerekçeler tarımı bırakmak zorunda kalmasıyla başlamıyor mu?

Bugün temel sorun kır emekçilerinin, tarım emekçilerinin gıda üreterek geçinemiyor olması. Biraz önceki soruda belirtildiği üzere madene karşı çıkanların toprak sahibi olması bunu değiştirmiyor. Tarım küçük çiftçiler ve köylüler için geçimlik bir iktisadi faaliyet olmaktan çıkmış durumda. Birçok üretici borç kapamak için üretiyor. Birçok üretici tarımı bırakıyor, işçileşiyor. Ve toprak gaspları, geçim kaynaklarına el konulması burada önemli bir faktör. Dolayısıyla, sistem karşıtı bir perspektifle bakarak kır emekçilerinin işçileşmesi ile köylülerin topraklarının gasp edilmesinin ilişkisini anlamak ve sonuçlarını da bu düzlemde dert etmek durumundayız. Yani o işçiler, toprağında üreterek geçinemeyen eski köylüler olarak düşünülmeli. Sermayenin kır ve tarım politikaları nedeniyle işçileştirilmiş, proleterleşmiş kır emekçileri.

Bu sürecin de çok boyutu var aslında. Köy tüzel kişiliklerin alınmasından tutun da kömür üretiminin özel şirketlere devredilmesine kadar birçok farklı uygulamadan okunabilir bu dönüşüm. Neticede hem tarım politikaları hem enerji politikaları hem de idari değişimler, hukuksal süreçler eşliğinde kırın sermaye birikimi için başat hale gelmesiyle küçük çiftçilerin geçim araçlarına erişimi elinden alınmıştır. 

Dolayısıyla o ormanların kesilmesi; tarım arazilerine, zeytinliklere, enerji, maden, turizm vb. yatırımlarla el konulması köylülerin, küçük çiftçilerin üretim ve geçim araçları olan bu müştereklerin sermaye kontrolüne geçmesi, tüm kırsal yaşamın metalaşması anlamını taşıyor diyebiliriz. Tüm bunlar küçük üreticilerin piyasalara tabiiyetini, üretimdeki belirsizlikleri ve spekülasyonu artırmış, bu küçük üreticinin tarımda veya tarım dışında sağlıksız ve güvencesiz koşullara mahkûm edilmesine, işçileşmesine neden olmuştur. 

Peki maden işçilerine sermaye tarafından dayatılan şu iki seçeneği “ya madende çalış ya da maden kapatılsın da açlıktan sefil düş” aşmak nasıl mümkün? Kırda yaşayanlar, geçimini sürdürenler için adil bir geçiş nasıl sağlanabilir?

Bana kalırsa adil bir geçişin ilk şartı böylesi bir programın kır emekçilerinin ve işçilerin, toplumun ve ekosistemlerin ihtiyaçlarında, genel çıkarda temelleniyor olmasıdır. Bugün tarım ve gıda politikaları uluslararası tekellerin, sermayenin kısa vadeli, kâra indirgenmiş bir verimlilik hedefleyen ihtiyaçlarına göre belirleniyor. Bunu tersine çevirmeyen hiçbir öneri adil olmayacaktır. Tarım, gıda ve kır politikaları emekçilerin iradesini hiçe saydığı için bunca sorun yaşanmakta ve gün geçtikçe de derinleşmekte… Bu anlamda kırdan geçinen herkesin, köylü, işçi, mevsimlik işçi, topraksızlar, göçerler gibi üreticilerin ihtiyacına yanıt arayan; kır emekçileri ile işçileri müttefik haline getirebilen, bir dayanışma ve mücadele perspektifi gerekli. 

Şunu da hesaba katmak gerek: Çiftçileri işçileştiren, mülksüzleştiren neoliberal dönüşüm, piyasa hakimiyeti ve bağımlılık ilişkileri çiftçi, köylü örgütlenmesinin de önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor. Sermayenin hakimiyeti tam da bugün gördüğümüz şekilde ortak olana istihdam gerekçesiyle el koyarak, mücadelenin ortaklığını görünmez kılıyor ve bir çatışma konusu haline getiriyor. O nedenle kırsal örgütlenme pratikleri bu açıdan bir ortaklaşma zemini aramak, kurmak zorunda. Bunun yolları aranmalı. Böyle bir yol elbette sermaye dayatmalarını hedef almak ve çiftçinin, köylünün, üreticinin sözünü, çıkarını ortaklaştırmak; hukuksuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği, açlığı, yoksulluğu, geçinememeyi, işçileşmeyi vs. önceliklendirmek zorunda. Sermayenin yarattığı bir sorunun faturasını sermayeye karşı direnenlere kesemeyiz.