Başka Sinema’da bu hafta gösterime giren Sesime Gel filminin yönetmen koltuğunda Hüseyin Karabey oturuyor

Sesime gel: Silahlara veda

Sesime Gel, Türkiye’deki festival serüvenine hızlı başladı, İFF’den 3 ödülle çıktı. Devamı yurtdışı festivallerde geldi. Mar Del Plata’dan aldığı En İyi Film Ödülü en son başarısı filmin. Mar Del Plata yabana atılır bir festival değil, ödülü sunan Paul Schrader de yabana atılır bir sinemacı değil. Hal böyleyken, İFF’den sonra Sesime Gel’in Türkiye festivallerinde sesi duyulmaz oldu. Film bırakın ödül almayı, Antalya ve Malatya’da yarışmaya değer bile görülmedi. Adana’da ise bir önceki yıl başvurduğu gerekçesiyle ön elemeye dahi sokulmadı. Karabey buna itiraz etti, çünkü filminin başvurusunu film değerlendirmeye alınmadan geri çekmişti. Yani başvurmuş ve reddedilmiş bir film değildi Sesime Gel. Ama Karabey’in sesi karşılık bulmadı.

Bütün bunların ardında kesinlikle gizli bir sansür var diyeceğim ama onu da diyemiyorum. Çünkü meslektaşlarımın çoğunun filme burun kıvırdığını da görüyorum. Yani gerçekten de pek beğenilmiyor Sesime Gel. İşte bunu hiç açıklayamıyorum çünkü Sesime Gel iyi, birçok zaman çok iyi bir film. Nasıl daha kısa olurdu, neresi atılırdı bilememekle birlikte biraz daha kısa olmasını tercih ederdim. Sonlara doğru yoruldum ama filmi çok beğenerek izledim. O yüzden nasıl kısalırdı bilemiyorum.

Sözlü anlatım Doğu toplumlarının ortak kültürü. İran filmleri nasıl “söz”le doluysa, Kürt filmlerinde de sesinin, sözün yeri ayrı. Bu zaten filmlerin adlarından bile duyulan bir özellik. Tabii, Kürt halkının sesini bastırılması da filmlerde sesin öne çıkmasının bir başka nedeni. “Annemin Şarkısı” gibi “Sesime Gel”in de bir masalla paranteze alınması başka bir dikkat çekici özellik.

Sesime Gel, Kürt sorununa son derece duyarlı ve incelikli bir şekilde yaklaşan, zulme işaret etmekle birlikte, şiddeti ve silahı lanetleyen, bütün bunları bir masal formatında dengbejlerin ağzından anlatan bir film. Filmin kahramanları Kürt filmlerinde sıklıkla karşımızı çıktığı gibi yine acılı bir anne ve torunu. Gözaltındaki oğlunun serbest bırakılması için askere sakladıkları varsayılan silahları vermesi gerektiğine inandırılan saf bir annenin torunuyla birlikte askere teslim edebilecekleri silah arayışını ve bu uğurda yaptığı yolculuğu anlatıyor film. Bir kaçakçıdan istediğini elde edemeyen yaşlı kadın, akrabalarına yöneliyor. Bir süre sonra yola kör dengbejlerle birlikte devam ediyor yaşlı kadın ve çocuk.

Sesime Gel, baba ve oğul kaybının acısını, duygu sömürüsü yapmadan seyircisine geçirmesini biliyor. Bütün bir coğrafyanın nasıl travmatize edildiğini, nasıl şiddet ve yolsuzluğun pençesinde ezildiğini de gösteriyor. Korucu, muhbir, asker ve özel güçler de bu filmin önemli parçaları. Ve muhtemeldir ki onları korumak isteyen ve filmin gösteriminden hoşlanmayanlar çıkmıştır ve çıkacaktır. Bütün oyuncuların rollerinin hakkını verdiğini de belirteyim, özellikle asker ve subayları oynayan oyuncuları çok beğendim. Sesime Gel’in sesini duyun. Şu ana kadar Türkiye’deki fetivallerde çok daha fazla ödül toplamış olmalıydı diye düşünüyorum.

Kesik: Kayıp ve arayış

Fatih Akın’ın Ermenilerin 1915’te Osmanlı coğrafyası içinde katlinden, kırıma uğratılmasından söz eden bir film yapması takdire şayan. 'Kesik' ele aldığı konuyu olabildiğince yumuşak bir şekilde anlatıyor. Bu bir belgesel değil, dolayısıyla o niye yok bu niye yok demenin de sınırları olmalı.

Filmin derdi bize ırkçılığın, etnik ayrımcılığın insanlara nasıl acı çektirdiğini anlatmak. Ne filmin tek kötüleri Türkler ne de Türklerin hepsi kötü filmde. Ayrıca ırkçılığın milleti olmadığını anlatmaya özen gösteriyor film. Ama bunun dışında filmin söylediği, seyiricisine geçirdiği önemli bir duygu ve düşünce yok ne yazık ki. İyiler ve kötüler, klişelerle dolu davranışlar ve diyaloglarla etkileşiyorlar film boyunca. Anlaşılır nedenlerle Ermenileri İngilizce konuşturmuş Fatih Akın. Amerikalı seyirciye hitap etmenin başka yolu olmadığı gibi, bildiği bir dilde yönetmek istemiş filmini. Ama olmamış. Belki yabancı seyirci için o kadar sorun olmaz. İngilizce konuşan Polonyalılardan rahatsız olmamıştım Piyanist’i seyrederken. Ama bu coğrafyada geçen bir filmde bu coğrafyanın dillerini, Ermenice’yi duymak isterdim.

Yüzsüz sansürcüler hesap verene dek

1001 Belgesel Film Festivali sayesinde çarşamba akşamı Levent Kültür Merkezi’nde Yönetmen Reyan Tuvi’nin de ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ (YAYOD) adlı filmini nihayet izleyebildim. Belki YAYOD’dan niye bu şekilde söz ettiğimi anlamayanlar olacaktır. YAYOD, Antalya Film Festivali’nde yasaklanan, sonra geri alınan ama festival yönetiminin hâlâ bir özür dilememesi üzerine diğer belgesel filmlerin çoğunluğuyla birlikte yarışmadan çekilen Gezi belgeseli.
Evet, YAYOD bir Gezi belgeseli. Gezi’nin tek belgeseli değil, Gezi’nin bütününü de anlatmak iddiasında değil. Bunlara sonra geliriz. Mühim olan YAYOD’un Gezi’yi konu alması. Gezi’yi konu alınca elbette masum insanlara yönelik polis şiddeti de olacak, o insanların polise ve hükümete yönelik öfkesi de olacak. Var da. İşte bütün hikâye bundan ibarettir. Gerisi yalanın daniskası. Yok Reyan Tuvi’yi koruyorlarmış, yok hakaret varmış, yok önseçici kurulun yetkisinde değilmiş yarışan filmleri seçmek, yok soruna çare bulmak için gece gündüz uğraşılmış ama uzlaşmaya yanaşmayan kötü niyetliler yemeyip içmeyip basına “sözde sansürü” jurnallemişler, vesaire vesaire. Bütün bunların yalan dolan olduğuna filmi seyrettikten sonra kesinkes inanıyorum. Çünkü YAYOD’un yasaklanması için tek bir gerekçe olduğunu gözlerimle gördüm: O da Gezi hayaletini iktidarın hafızasında yeniden canlandırması. Onlar zaten unutamıyorlar ama unutturmak istiyorlar. Unutturmak istedikleri halkın dayanışması, direnmesi ve kazanması. Kazanılan bir muharebe de olsa, savaşın kendisi olmasa da zafer zaferdir.

Çarpıtmak istiyorlar. Kendi vandallıklarını, halkın vandallığı olarak tarihe geçirmek istiyorlar. Yok öyle yağma. Vandal iktidarın ta kendisiydi. Kentin en önemli yeşil alanlarından birini, bir depremde sığınacağımız önemli bir yeri yok etmek, alışveriş merkezine çevirmek istiyorlardı. Halk izin vermedi. Onlar vandallıklarına devam edecek, halk da direnmeye devam edecek. YAYOD’un yaptığı en önemli şey, katı gibi görünen kimliklerin nasıl kırıldığını göstermesi. Homofobiklerin homofobilerinden, ırkçıların ırkçılıklarından, milliyetçilerin miliyetçiliklerinden uzaklaşabildiklerini, değişebildiklerini ve birbirleriyle dayanışma içine girebildiklerini göstermesi. Film bu doğrultuda, daha çok anti kapitalist Müslümanlara, LGBTİ bireylere, Kürt ve Türk miliyetçilere odaklanıyor. Gezi’nin asıl ev sahipleri bu nedenle az varlar filmde. Ama Tuvi’nin de dediği gibi, çok renkli Gezi’nin, olası belgesellerinden, renklerinden sadece biri YAYOD. Yoksa, işte Gezi budur diye ortaya çıkmış bir belgesel değil.

Hakaret iddialarına gelince... Seyreden hemen herkes gibi ben de bir şey duymadım. Ama gerekçe arınırsa elbette bulunur. Tayyip Erdoğan’a yönelik öfke filmin birçok yerinde görülüyor, duyuluyor. Evet ya, bu ülkede Tayyip Erdoğan’ı hiç sevmeyen büyük bir kitle de var! Film işte bunu gösterdiği için yasaklandı. İsteseler sessiz sedasız her sorunu çözebilirlerdi, beğenmedikleri altyazıyı çıkarttırabilirlerdi kanaatindeyim. Ama niyet yoktu buna.

İğneyi de kendimize batıralım. Ben belgeselcilerin festivalden çekilmesini yanlış buluyorum. Reyan Tuvi’nin altyazıda değişiklik dışında başka hiçbir değişikliğe uğratmadan filmini yarışmaya sokma kararını doğru buluyordum. Maalesef bu noktada durulmadı. Tuvi ihanet etmekle, geri adım atmakla suçlandı. Oysa YAYOD çatır çatır gösterilecekti Antalya Festivali’nde. Güzel olacaktı. Diğer filmler de gösterilecekti. Sansürcüler kuyruğu dik tutmak için hâlâ sevimsiz açıklamalar mı yapıyorlar? Yapsınlar, ne olacak? Açıklamaya açıklamayla karşılık verilirdi. İcabında dalga geçilirdi. Aşağılanırdı. Onların hedefledikleri bu açıklamaları yapmak değil, filmleri göstermemekti. Sonuçta da bu oldu. Gelecek yıl daha geri bir noktadan başlayacağız. Bazen sonuna kadar gitmemeyi öğrenmek lazım. Sansürün azı çoğu vardır, vardı.