Tevellüdüm 1307'dir. Balkan Harbinde kardeşimle birlikte savaştık. Dünya Harbinde ise 78. Piyade Alayı askerlerindendim. Düşmanın Anafartalar'a...

Tevellüdüm 1307'dir. Balkan Harbinde kardeşimle birlikte savaştık. Dünya Harbinde ise 78. Piyade Alayı askerlerindendim. Düşmanın Anafartalar'a hücumu sırasında onlarla boğuştuk, çoğunu yarı denizde, yarı da sahil sularında perişan ettik. Fakat düşmanın gemilerden açtığı şiddetli top ateşi sırasında 1800 asker yaralandı, şehit oldu. Ben de dizkapa-ğımdan yaralandım. Hastanede doktor benim sırtımı sıvazlamıştı. Üç ay sonra iyileşip hastaneden çıkınca beni Dobruca'ya gönderdiler. (...)

Dobruca'ya varınca, bizi Pravalya'ya sevk ettiler. Tam o sırada, bir süvarinin getirdiği haber üzerine bizi silah başı ettiler. Bize Bulgar elbisesi, miğferi dağıttılar. Süngüleri taktık, Romanya askerinin bize doğru gelişini takibe başladık. İyice yaklaştılar. Tabur olarak avcı hattına çıktık. Romen askerleri bizi görünce, 'Und Osman Paşa!' (Bunlar Osman Paşa askeri) diyerek geri çekilmek istedilerse de süvarilerimiz sardılar, yüzlerce esir aldığımız bir savaş oldu. Bu savaşta ilk silahları avcı hattında olan biz ateşledik. (...) Daha sonra, Kalas'ın cenubunda siperler yaptık ve tam iki sene siperde, kar ve buz altında kaldım.

Mütareke olunca, Köstence'ye geldik. Oradan Batum'a gönderildik. Toprakhisar'da da ayak bileğimden yara aldığım için beni topçu olarak ayırdılar. İki sene de Kafkas cephesinde kaldım. (...)

Terhis oldum, başka terhis olanlarla kıyılarda çalışan takalara binip Sinop'a, oradan da memleketim olan Amasra'ya geldim. Amasra'nın ileri gelenleri beni davul zurna çaldırarak karşıladılar. Buna çok sevindimse de evimin kapısını açınca kimseleri bulamadım. Uzun harp yıllarının sefaleti içinde anam da babam da hastalık-

tan ölüp gitmişlerdi. Çok geçmeden Kuvay-ı Milliye kurulunca ben de derhal Kuvay-ı Milliye Dairesine gidip gönüllü yazıldım. Ayağımda Çanakkale Savaşında aldığım yaradan sakatlık kaldığından beni cepheye sevk etmeyerek Amasra Sahil Tarassut Müfrezesine topçu askeri olarak verdiler. İki sene de burada top başından ayrılmadım. Sonra terhis oldun dediler.

Vatan için, Türk namusunu korumak uğruna her fedakârlığa katlandım. Karlı siperlerde kaldım, yaralarıma aldırmadım. Vatan selamete kavuşunca da çobanlığa başladım. Bir ara taşçılık ettim. Bu işi uzun müddet yapamadım. 45 yıldır nafakamı temin için çobanlık ediyorum. Ailem yatalak, bakacak kimsemiz yoktur. Bir gün çobanlığa gitmesem kuru ekmeğe muhtaç kalırız. (...)

Okuma yazma bilmiyorum. Tezkerem de, kumandanların verdiği öteki kâğıtlar da kayboldu. Birgün lazım olacağını bilemedim. (...)

Son iki aydır gözlerim de görmüyor. Gücüm kalmadı. Oğlum dalgıçtı, vurgun yiyip öldü. Yaşım seksendir. Bu halimle ne yapabilirim? Senelerce evvel madalya alacağımı söyleyenler oldu ise de o günkü imkânsızlıklar ve cehalet sebebiyle takip edemedim."

•••
Yukardaki satırlar... Mehmet oğlu, Hatice'den olma, 1307 (1891) Amasra doğumlu Hüseyin Ba-rut'un fazlasıyla hakettiği ilgi ve yardımı görmek maksadıyla Milli Savunma Bakanlığına, Genelkurmay Başkanlığına, Eski Muharipler, Muharip Gaziler, Malul Gaziler cemiyetlerine, Bartın Üs Komutanlığına vaktiyle yazılmış ama bir netice elde edilemeyen dilekçesinden alındı. Öykünün tamamı, değerli tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun, NTV Yayınlarından çıkan "Sizin Kahramanınız Kim" isimli kitaptaki, kendi kahramanına dair yazısında...

Necdet Sakaoğlu, en küçük bir mübalağaya tevessül etmeden, sade, dupduru bir dil ile anlatıyor Barut Hüseyin'in hikâyesini... Lakin hikaye bittiğinde, uzun süre etkisinden kurtulamadığınız bir kalp ağrısı kalıyor geriye... Ve bu ülkenin bir çocuğu olarak, neler hissedeceğinizi bilememe hali... Bir yanda Barut Hüseyin'in bu topraklardan gelip geçmiş olması nedeniyle duyduğunuz gurur... Diğer yanda o ve onun gibi karşılıksız fedâkârlık abidesi insanlara layık oldukları alakanın esirgenmiş olması nedeniyle yaşadığınız utanç.

Söz konusu kitapta, başka yazarların kendi kahramanları da var. Ve her birinin hikâyesinden öğrenilecek şeyler, elbette... Dileyen onları da okur. Ama bugün, bu köşe sadece Barut Hüseyin'e ayrılsın istedim. Necdet hocanın sözleriyle "Seferberlik denen karabasanın cephelerde veya salgın, açlık, soğuk tırpanlarıyla biçtiği milyonlarca insan"dan birine... 1969'da ölümüne değin, madalyasına ve maaşına kavuşamasa da, yatalak eşi Sakine kadınla birlikte yaşadığı bir göz evinde, Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı'nın bir defaya mahsus gönderdiği 200 ve 250 liralık iki yardımla, Amasra Deniz Komutanlığı inzibat erlerinin her gün pencereden sefertasıyla bıraktığı erat yemeğiyle ve komşularının yardımıyla bahtiyar olabilen sessiz, sitemsiz bir kahramana...
•••
Aslında bu haftaki yazımız burada bitti ama, 'konuyla ilgisi olmamakla birlikte' haftaiçi gazetelerde dikkatimi çeken bir hususu dile getirmeden yapamayacağım...

Benim izleyebildiğim günlük gazetelerden BirGün, Yeni Şafak ve Vatan hariç hiçbiri (Hürriyet, Milliyet, Sabah, Radikal, Cumhuriyet, Taraf) 21 Kasım Çarşamba günü, Ampute Milli Takı-mı'nın dünya üçüncülüğünü ilk sayfadan görmedi (Milliyet'te fotoğrafsız ve tek satır). Buna spor gazeteleri de dahil (Fanatik, Fotomaç, Fo-tospor). Hepsinin tercihi o akşam oynanacak A Milli Takım ile Bosna arasındaki maçın duyurusu oldu.

Ampute futbol, kol ya da bacaklarından biri kesik veya kullanılamaz durumda olan insanların koltuk değneği yardımıyla oynadıkları bir engelli sporu. Peki bizim Ampute Milli Takımı kimlerden oluşuyor? Bu sporun öncülüğünü Karagücü yapıyor; dolayısıyla oyuncuların önemli bir bölümü Güneydoğu'da uzuvlarını kaybetmiş gaziler...

Türkiye'de gerginliğin yükseldiği dönemlerde boy boy fotoğraflar ve dev manşetlerle şehit ve gazi edebiyatı yapan, milli maçları askeri bir seferberliğin diliyle sunan basının, dünya üçüncülüğü kazanan ampute millilere birinci sayfasında tek bir fotoğraf yeri açmaması nasıl değerlendirilmeli? O günkü Hürriyet'in sağ üst köşesini 2 sütuna 20 santimlik fotoğrafıyla süsleyen Tuğçe Kazaz'ın 1 yıl aradan sonra Türkiye podyumlarına yeniden çıkacak olmasından daha az önemli olduğu için mi, acaba? Ya da demeye utanıyorum ama, Tuğçe Kazaz'ın engelli sporculardan daha estetik olmasından mı? Yoksa kolları bacakları olmayan insanların fotoğraflarının okurları rahatsız edeceği ve satışları etkileyeceği kaygısından mı?

Evet, 'asıl yazımızın konusuyla hiçbir ilgisi yok' bu mevzunun... Öylesine yazdım! Niyetim, dün neysek maalesef bugün de oyuz, demek değil.