1945’ten sonra Avusturya edebiyatının en iyi eserlerinden biri olarak kabul edilen ve 1978’de yayımlanan Marianne Fritz’in romanı ‘Şeylerin Ağırlığı’nda yazarın dille ve geleneksel roman türüyle olan meselesinin öncü yaklaşımlarını görüyoruz.

‘Şeylerin’ neden olduğu tükeniş

İLKE KAMAR 

Gündelik hayatın değişmez zulmüyle baş başa kalan, altında ezilen ve tüm bunlardan dolayı yaşamayı anlamsız bulan bir kadının hikâyesi ‘Şeylerin Ağrılığı’. 1978’de Avusturyalı yazar Marianne Fritz tarafından kaleme alınan roman, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ev hayatının ve anneliğin dayanılmaz ağırlığıyla baş etmeye çalışan Berta’nın bir psikiyatri koğuşuna yerleştirilene kadar süren hayatına odaklanıyor. Onu savunmasız bırakacak kadar tüketen ‘şeylerin ağırlığının’ ne olduğu ise hayatın akışında başımıza gelen, umudumuzu kıran gerçekler: Savaş, kimsesizlik, annelik, adaletten yoksun bir hayat, şiddet… İşte roman, Berta’nın değer verdiği şeylerden onu bir ömür boyu mahrum bırakan ‘şeylerin’ peşine düşüyor.   

1943-1963 yılları arasında Donaublau, Almanya’da geçen roman; Wilhelmine adında bir kadının 1945 olaylarını düşünmesiyle başlıyor. Ama okuyucu karakterlerin aralarındaki geçmişi, romanın zamanda bir ileriye bir geriye giden sayfalarından yavaş yavaş öğreniyor. Marianne Fritz, geleneksel zaman algısının ötesinde bu parçalı anlatım tekniği ile ‘şeylerin tüm ağırlığını ’daha güçlü bir şekilde karşımıza çıkarıyor diyebiliriz. Rahatsız edici, merak uyandırıcı, alışılmışın ötesindeki içeriği, karakterlerin hikâyelerini geçmişin kuytularına sürüklüyor. Roman Antik Yunan tragedyalarındaki karakterler gibi kişilerin değil tersine eylemlerinin, felaket içinde geçen hayatlarının öne çıktığı bir yapıya sahip diyebiliriz. Ve tragedyalarda kaderde olan zorunludur, insanın ondan kaçması mümkün değildir düşüncesi, romanın karakteri Berta için de geçerli. Ona göre de kadere karşı durmak imkânsızdır. İnsan, Tanrı ve kader arasında kurulan trajik ilişki sık sık karşımıza çıkıyor demek mümkün.

Tekrar hikâyeye dönecek olursak: Berta, müzik öğretmeni Rudolph’tan hamiledir. Onun cepheden dönmesini beklemektedir. Çok geçmeden cepheden beklediği adamın artık gelemeyeceğini öğrenir. Berta’ya onun ölüm haberini getiren, Rudolf’un savaş yoldaşı Wilhelm olur. Haberi getirmekle kalmaz arkadaşının vasiyet sayılabilecek isteklerini de yerine getirmeye çalışır. Öyle ki, başaramasa da Rudolf gibi keman çalmak için dahi büyük uğraş verir. Berta gibi şeylerin ağırlığında değil ezilmek, bunları hissedecek bir algıya sahip olmayan, sıradan bir insan gibi yaşayan Wilhelm’in tek derdi mesleği olan şoförlüğü layıkıyla yapmak ve patronunun ‘adamı’ olmaktan başka bir şey değildir. Berta’nın, Wilhelm ile olan evliliklerinden de bir çocuğu olur. Bu iki çocuğun isimlerinin de Berta ve Rudolf olması ise parçalı anlatımın yarattığı zorluğu daha da pekiştiriyor demek mümkün. Romanın diğer önemli karakteri ise Berta’nın arkadaşı Wilhelmine. Berta’ya şefkatle yaklaşıyor gibi görünse de onun hayatını mahvetme konusunda elinden geleni ardına koymadığını görüyoruz. Berta’nın en yakın arkadaşı olsa da onu dışlar, aşağılar, acı çektirir ve onun tüm zayıflıklarından faydalanır. Wilhelmine, Berta’nın ‘kale’ diye isimlendirilen psikiyatrı koğuşuna yerleştirilmesini bile onun adına büyük bir şans olarak görür: 

“İnan bana canım, inan bana. Dışarıdaki hayat, çocuk oyuncağı değil. Senin yerinde olmak isterdim. Burada her şeyin var, hiçbir şeyle uğraşmak zorunda değilsin, ihtiyaçların karşılanıyor. Şehrin gürültüsü yok, faturalar yok, oraya buraya koşuşturmak yok. Sadece sessizlik var, ruhani bir sessizlik. Kimse seni üzmez, cezalandırmaz, senden bir şeyler yapmanı beklemez. Sen zaten her zaman zavallının biri olmadın mı Berta? Küçük çocukken bile! Bu durum nihayet son buldu işte. Dinlenmeyi çoktan hak ediyorsun. En ufak bir vicdan azabı duymamalısın.” 

Çocukları için mücadele 

Berta’nın ruhsal çöküşünde sadece Wilhelmine’in hedef tahtasına oturtmak doğru değil. Özellikle de çocuklarını hayatın kötü gidişatından koruyamayacağı düşüncesi onu geri dönülmez kâbuslara sürükler. Çocukları için tüm toplumu ve totaliter sistemi karşısına alıp mücadele etse de kendince kabul ettiği engelleri aşamaz. Ve bu durumdan hep kendini sorumlu tutar:    

“Çocuklarının eğitimine fırsat bulduğu her an Berta Schrei için memnuniyet kaynağıydı. Onları derin bir özveriyle eğitiyor, yavrularına hayata dair önemli dersler veremediği her dakikayı, sonsuza dek telafi edilemeyeceği için ancak yası tutulabilecek bir fırsat olarak görüyordu. Bu fırsatı kaçırdığında kendisini kötü bir anne olmakla suçluyor, sorguluyor, yargılıyor, bir sonraki affedilmez ihmale kadar daha iyi olacağına dair kendisine söz veriyor, ilk fırsatta telafi etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. 1958 yılına kadar yavrularını bu gayretle yetiştirdi.” 

Yanlış hamleler yaptıkça eksiklik, yoksunluk düşüncesi peşini bırakmaz, Berta’nın çocuklarına dair tüm çabalarını boşa çıkarır. Çocuklarına olan koruyucu dürtüsü tüm aile için bir felaketin tetikleyicisi olur. 

Özgün ve çok katmanlı anlatım 

1945’ten sonra Avusturya edebiyatının en iyi eserlerinden biri olarak kabul edilen ve 1978’de yayımlanan  ‘Şeylerin Ağırlığı’ Robert Walser ödülünü kazansa da yazarın iki cilt yayımlanan Naturgemäß adlı eseri dilin sınırlarını zorlaması ve geleneksel edebiyat kurallarını reddetmesi nedeniyle edebiyat eleştirmenleri arasında tartışmalara yol açar. Bunun temelinde Fritz’in romana deneysel yaklaşımının neden olduğu biliniyor. Yazarın, sadece olay örgüsü değil, aynı zamanda dilin ve anlatının kendisi üzerine bir düşünme sürecini de çok önemsemesi bunda etkili. Dildeki yaratıcılığı, özgün ve çok katmanlı anlatım yapısı oluşturabilmesi kendi ülkesinde önemli ve etkili bir isim olmasını sağlar. Yazarın bu ilk romanında da dille ve geleneksel roman türüyle olan meselesinin öncü yaklaşımlarını görüyoruz diyebiliriz. Hikâyenin sürekli farklı perspektiflerden anlatılması, bazen karakterler, bazen de mekân ya da bir figürün ön plana çıkması, hızlı zamansal sıçramalar, metaforlar okuyucunun zihnini Berta’nın zihni gibi ‘karmakarışık’ yapmıyor değil. Karakterler arasında geçmişte yaşananların, nerede karşımıza çıkacağını kestirmek güç. Ama bunların romanın sonunda, yazarın da istediği gibi ‘Şeylerin Ağırlığı’nı tüm gerçekliğiyle ortaya koymak amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. 

Savaşların ve kayıplarının ortasında kalan Berta, umut ettiği hayatı yaratmaya çalışsa da yapayalnızdır. Sonuçta ‘hayat kötü bir rüyadır’ yakaladığını yere serer. Çünkü ‘şeyler’ peşimizi asla bırakmaz… Savaşlar, adaletsizlikler, tahakküm ilişkileri, toplumsal roller ve bazen de en yakınımızdaki insanlar. Tüm bunlar birey için taşınamayacak kadar ağır bir yük olur ve sonrasında ‘umut bir yaradan’ öteye dahi gitmez Şeylerin Ağırlığı’nda.