Yargısız ve yargıyla infaz...

Şeytanın ini

Yargısız ve yargıyla infaz

Film Amerika’daki aşırı dindar, köktendinci küçük bir grubun işlediği suçlara odaklanıyor. Fakat filmin eleştirisi dincilerle sınırlı değil. Yargısız infazla yargıyla infazın ortaya karışık sunulduğu bir ‘demokratik sistem’ asıl hedefteki!

Haftanın tek ilginç filmi “Şeytanın İni” adıyla gösterilen “Red State” (“kırmızı eyalet” anlamına gelen ve Cumhuriyetçi Parti’nin çok güçlü olduğu muhafazakâr bölgeler için kullanılan bir terim). Filmin orijinal adı gayet politikken bizde korku filmlerine yakışacak bir isim uygun görülmüş. Bu da filmin potansiyel “politik” izleyicisine ulaşamayacağı anlamına geliyor. Ama filmde korku unsurları da var, gerçekten dehşetli şeylerin yaşandığı bir ev de. Korku filmi izlemeye gidenler eli boş dönmeyecekler yani.

Üç delikanlı, internette tanıştıkları orta yaşlı bir kadınla seks yapmak amacıyla buluşurlar. Ama beklemedikleri bir durumla karşılaşırlar. Film Amerika’daki aşırı dindar, köktendinci küçük bir grubun işlediği suçlara odaklanıyor. Fakat filmin eleştirisi dincilerle sınırlı değil. Asıl hedefi terörle savaş başlığı altında kendi insanlarını öldüren ya da ölmeden “F tipi” mezarlara gömen devlet! Yargısız infazla yargıyla infazın ortaya karışık sunulduğu bir “demokratik sistem” asıl hedefteki!

Kevin Smith bizde çok tanınan bir yönetmen değil ama 1994 tarihli Tezgahtarlar (Clerks) adlı filmi bağımsız sinemanın başyapıtları arasında sayılır. “Şeytanın İni”nde John Goodman ve Melissa Leo gibi büyük oyuncular da var. Bu hafta tek bir filme gidecekseniz “Şeytanın İni”ne gidin. 

***

PARİS’TE GECE YARISI

Allen’dan sığ bir film daha

Spot: Allen masumiyetini cümle âleme kabul ettirmek için sürekli yeni argümanlar sunuyor: Bütün filmleri bize aynı liberal sloganı söylüyor: Sekste ve aşkta sınır tanımayın, ne hoşunuza giderse onu yapın! Çok eşlilik mi? Tamamdır! Oğlunuzun karısıyla sevişmek mi istiyorsunuz? Bir sakıncası yok!
Woody Allen niye film yapmaya devam ediyor diye sormam anlamsız aslında. Adamın filmleri beğeniliyor, Cannes’da açılış filmi filan yapılıyor. Niye film yapmasın o zaman? Ama filmlerinin en iyi ihtimalle “vasat” olduklarını Woody Allen herkesten daha iyi biliyor ve söylüyor da. E, be adam gelmişsin 75 yaşına, dünyalığını herhalde çoktan doğrultmuşsundur da, vasat olduğun bir işte çalışmaya neden devam ediyorsun? Bana bunun tek bir cevabı varmış gibi geliyor. Woody Allen bilindiği gibi, eşinin evlatlık edindiği kızla evlendi. Bu da hem ensest hem de pedofili tartışmalarına neden oldu. Allen mahkemelerde aklandı ve saygınlığından bir şey yitirmedi. Ama sanırım dava Allen’ın ruhunda devam ediyor. Bütün filmleri bize aynı liberal sloganı söylüyor: Sekste ve aşkta sınır tanımayın, ne hoşunuza giderse onu yapın! Çok eşlilik mi? Tamamdır! Oğlunuzun karısıyla sevişmek mi istiyorsunuz? Bir sakıncası yok! Evinize sığınan kızınız yaşındaki bir kadınla aşk mı yaşamak istiyorsunuz? No problem! Vs, vs. Yani ne hoşunuza giderse, ne size uygunsa. Kısacası bir filminin adı gibi “Whatever Works”! Allen kafasında süren davaya sürekli yeni kanıtlar, yeni argümanlar sunuyor, masumiyetini cümle âleme kabul ettirmek için.

Aslında bu sınırsız özgürlüğün işlemediğini pekâlâ biliyordur Allen da. Bonobo maymunu olmak çekici bir fikir gibi gelebilir ama değiliz. Olma ihtimalimiz de yok. “Paris’te Gece Yarısı” sekste ve aşkta sınır tanımadığı varsayılan bir grup insanın içine atıyor Allen’ı. Daha doğrusu filmde Allen’ı temsil eden Gil’i oynayan Owen Wilson’ı. Gil bir roman yazmak isteyen ama Hollywood’a senaryo yazarak hayatını kazanan biri. Nişanlısı ve nişanlısının ailesiyle Paris’e gelmiş. Nişanlısıyla apayrı insanlar ve belli ki birbirlerinden haz da etmiyorlar ama öyle işte. Derken Gil hep gitmek istediği 1920’lerin Paris’ine gidiyor mucizevî bir şekilde. Orada hayranı olduğu sanatçıların klişeleriyle karşılaşıyor. O klişeler klişe klişe  laflar ediyorlar…

Filmi sonuna kadar seyretme şansım olmadığını belirteyim. Başka bir randevum nedeniyle bitimine yakın sinemadan çıkmak zorunda kaldım. Ama sonuna kadar seyretsem de film hakkındaki görüşüm sanırım değişmezdi: Sığ, sığ, sığ!   

***

EYLÜL

Yavaş yavaş…

Altın Koza’dan en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi ses tasarımı ve en iyi kadın oyucu ödülleriyle dönen Eylül, minimalizme tahammülü olanlar için…

“Eylül” herhalde son yılların en kötü Altın Koza yarışmasından en iyi yönetmen, en iyi kurgu, en iyi ses tasarımı ve en iyi kadın oyucu ödülleriyle döndü. Diğer filmlerin düzeyine bakılırsa daha fazlasını da alabilirdi.  Ama bu demek değil ki “Eylül” eli yüzü düzgünün ötesinde bir film. Onu da filmin benimsediği “minimalist” üslup içindeki yeri açısından söylüyorum. Minimalizmle sorununuz yoksa “Eylül” hedefine az çok ulaşan bir film. Ama ben minimalizmden fena halde sıkıldım. Bela Tarr’ın “Torino Atı”nı bile çok az şey anlattığı için sevmemiştim. Minimalizm böyle bir şey, çok az şeyi çok yavaş bir tempoyla gösteriyor. Amaç seyirciyi düşündürtmek, kahramanlarının yabancılaşmışlıklarına ve çıkmazlarına dahil etmek. Bir eleştirmenin “sıkıldım” demesi mesleki intihar gibi bir şeydir, adama ne yani eğlenmek için mi sinemaya gidiyorsun diye sorarlar. Ya da, bize ne sıkılıp sıkılmadığından, senden filmin analizin yapmanı bekliyoruz, derler. Haklı da olurlar. Ama Galile nasıl sözlerinin intihar anlamına geldiğini bile bile “dünya dönüyor” demişse, ben de aynı şeyi yapacağım: Minimalizm sıkıyor!

Banksy’nin şöyle bir lafı varmış: “Reklamcılıktan en çok nefret etmemin nedeni, en parlak, yaratıcı ve hırslı genç insanları kendisine çekmesi ve bizi, sanatçılarımız olarak yavaş ve kendiyle saplantılı insanlarla baş başa bırakması. İnsanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar az şey söylemek için bu kadar çok şey bu kadar çok kişi tarafından kullanılmamıştır.” 

“Eylül” bir kuyumcunun, onun karısının ve Doğu Avrupalı bir seks kölesinin ilişkisini anlatıyor.