Gezi, Roboski, Reyhanlı, Rojava, Suruç ve diğerleri, iktidarın karakteri olduğu kadar muhalefet diline değmesi açısından da hukuk-şiddet bağıntısını gözden geçirmeyi gerektiriyor

Şiddetle  barışmak

ÇAĞHAN KIZIL*

İktidarı boyunca askeri vesayet, Kürt meselesi, Alevilerin kimlik mücadelesi, toplumsal hak ve özgürlükler gibi köklü çatlaklar yaratan meselelerin muhataplarını kendi siyasi gündemine eklemlemeyi başaran, ikircikli bir söylem-eylem pratiği kurmuş olan AKP, özellikle Gezi sonrası başlayan ve barış sürecinin dinamikleri ile de beslenen oldukçe derin bir meşruiyet krizine düşmüş durumda. Gezi süreci, AKP’nin birçok alanda sınıfta kaldığının ve iktidarı boyunca uygulamaya koyduğu neoliberal iktisat politikalarının ve muhafazakar-postmodern toplum mühendisliğinin özgürlük ve barıştan çok baskı ve düşmanlık yarattığının kanıtı olarak ortaya çıkmıştı. Son dönemdeki Orta Doğu dinamikleri ve başarılı bir seçim sonrası meclis aritmetiği, AKP’nin uzun zamandır demokrasi bulamacı içindeki hegemonya alanı olan hukukunun da geçersizliğinin göstergesidir. Yerle yeksan olan meşruiyetin yerini alan otoriter şiddet, toplumsal muhalefetin direniş mücadelesinin ortak örgütlenme zeminini yaratmış görünüyor. Birkaç senedir, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yürütücülerine düşen görevin, AKP’nin reel siyasi alanının yerine ikame edilecek bürokratik politik mekanizmaya özgürlükçü ve geniş katılımlı bir aşağıdan yukarıya müdahale imkanının önünü açmaya yarayacak politik aygıtları ve birliktelikleri oluşturmak olduğunu söylemenin kıymet-i harbiyesini, yaşadığımız şiddet-barış sarmalının dehşet verici gerçekliğinde görüyoruz. Gezi, Roboski, Reyhanlı, Rojava, Suruç ve diğerleri, iktidarın karakteri olduğu kadar muhalefet diline değmesi açısından da hukuk-şiddet bağıntısını gözden geçirmeyi gerektiriyor.

Şiddet, amaç ve araç ilişkisi içinde muğlaktır. Çünkü şiddet iktidar siyasetinin bir parçası olduğu kadar o egemen iktidara karşı mücadelenin de eşitleyici unsuru olarak işlev görür. Şiddet, bu anlamıyla bir hukuk yaratma aracı halini alırken barış söylemi bile, etkisini şiddetin ve savaşın varlığında belirlenen toplumsal kodlar ve refersnslarımıza göre kazanması nedeniyle şiddete muhtaç hale gelir. Hukuk ise şiddetin sonuçlarını normalleştirip, geçmişini unutturabildiği ya da onun bizatihi kendisini normalleştirebildiği ölçüde eşitsiz bir durum yaratır. Hukukla sarmalanan ve çerçevelenen legal şiddet eylemi, hukukun uzlaşılmış işlevselliğinde yer bulamayan unsurların yaşama geçirilmesini mümkün kılan bir yana sahiptir. Temsili ve dolaylı demokrasilerin seçim ve yasama sisteminin gediklerini kullanan parlementer militarizm, toplumsal temsil alanı ile arası açıldığında açık şiddete başvurmaktan kaçmaz. Bunu yaparken de hukukun dilini kullanarak kendi yasadışılığını yasallaştırır. Bu anlamda şiddet, kurucu bir güç sıralamasında en önde yer almaktadır. Onun ahlaki ilişkilere nüfuz etmesi, kabullenilmesini de beraberinde getirir (Benjamin, W. Zur Kritik der Gewalt, 1921). Ahlak ve vicdan, şiddetin kabulü üzerindeki hukuk anlayışında ikili bir durum yaratır: amaçların haklılığı aracılığıyla araçları meşrulaştıran doğal hukuk ile amaçların haklılığını araçların meşruluğuyla ölçen pozitif hukuk arasındaki gerilim buna örnektir.

Bireyi bir hukuk nesnesi olarak gören hukuki kavramsallaştırmaların hakim eğilimi, bireyin yüce idealinin doğasına uygun biçimde şiddete başvurarak elde edebileceği amaçlarının yaşama geçeceği durumlara izin vermemek üzerine kuruludur. Yani hukuk düzeni içinde tanımlanmayan amaçların, meşruiyetin ötesinde legalite alanında değerlendirilmesini sağladığı oranda hukuk, iktidarı yedekler. İktidar tarafından yürütülmedikçe, hukuk tanımı dışındaki her eylem şiddet olarak nitelenir. Ancak, bir eylemsellik, artık sistemin yok sayarak marjinalleştiremeyeceği kadar güçlenince hukuki varlık kazanabilir.

Egemen iktidarın hukuku, devletin kolluk güçleri ile, statükonun ne pahasına olursa olsun ulaşmaya çalıştığı hedeflerini çoğunlukla çaresizlik nedeniyle artık hukuk sistemi ile güvence altına alamayacağı bir noktada şiddeti olumlar. Bunun karşısında direnmenin dinamiği olarak açık şiddetin reddi, aslında hukuki şiddetin kendisini yeniden yaratacağı alanı beslemektedir, çünkü bir altüst oluşu gerektiren dönemlerin çözümleri, kendiliğinden ortaya çıkmayacak bir uzlaşmanın varlığında yeşerebilir. Bu uzlaşma zeminini de muhalefet dinamiklerine yaslanan kurucu şiddet ve araçsal idealler belirleyebilir. Barış için savaşmak, bu anlamda paradoksal görünse de toplumsal muhalefetin bir içsel dinamiğidir: önce zafer, sonra hukuk. Çünkü hukuk iktidarsa, gücün örtülü dayatılması olması ile şiddetin doğrudan tezahürüdür de. Haklılaştırılmış otorite olan hukukun yeniden tanzimi, şiddeti elinde bulunduran ancak bunun dışında bir alan tanımlayabilen politik öznelerin toplumsal inandırıcılığı ile gerçekleşebilir. Elde bulundururlan bu gayri-resmi şiddet ise ilk aşamada ne meşru ne de gayri-meşrudur. Güç yoksa adalet terstir, adalet yoksa güç suçludur (Pascal, B. Les Pensees, 1905). Ya adil olan güçlü olmalıdır, ya da güçlü olan adil. Şiddetin bir denge unsuru olarak adalet hissimizi belirlemesi, terör tanımı ile savunma tanımı arasındaki sübjektiflikte gizlidir. Bu, otoritenin mistik temelidir (Balibar, E. Reflections on Violence, 2009) ve değişimi yaratan çoğu zaman güçlü olanın adilleşmesi değil, adil olanın güçlenmesidir.

Son olarak, hukuk-şiddet-adalet ilişkisi içinde etik ile siyasetin bağı da incelenmesi gereken bir olgudur. Var olan ile olması gereken arasında, kendinde ve kendi için varolan ve değişmeden kalan hak ile, hak olarak geçerli olması gerekenin belirleniminin keyfiliği arasında bir çatışma olanaklıdır (Marx, Engels; Alman İdeolojisi). Fakat, iktidarların zamanla gelişen otoriter doğaları gereği bu iki olgunun ayrımı ortadan kalkma eğilimindedir. Bu nedenle etik sorumluluk kavramının belirleyiciliği ve en temelde vicdan üzerinden yürüyen bir toplumsallık önemli bir mücadele alanı oluşturmaktadır. Bir yanda “legal” bir yanda “illegal” şiddet, biçimleri ve yaygınlığı değişse de toplumu ikna edebilme kapasiteleri açısından benzer bir doğaya sahiptir. Herhangi bir şiddet eyleminin kendisini değil ama onu var eden ve meşruiyetini sağlayan koşullar değiştiğinde, bir anda vicdan muhasebesi olarak kurucu ve değiştirici şiddet kabul edilebilir bir hal alabilir (örneğin bir gerilla mücadelesinin kim tarafından değil de kime karşı yürütüldüğüne göre biçimlenen sempati). Ancak bir yanda şiddete maruz kalan hukuken suçluyken, diğerinde şiddet, istisnai bir düzen unsuruna indirgenerek meşrulaştırılır. Her iki koşulda da bu yazıda değinilmeyen ancak belirleyici öneme haiz olan “iktidarın iktisadi yapısı” ile şiddet arasındaki ayrımı gözardı etmemek gerekir. Zira şiddetin mağduruna sukuneti öğütleyen egemen biyopolitik hal, bir barış ortamı değil, aksine biat etmeyi salık vermektedir.

Sonuç olarak adalet, hukuk ve şiddet, geçişli bir zaman diliminde anlamları ve içerikleri değişen ve performatif kavramlardır. Adaletin etrafındaki kuramsal aygıtımızın kökeni üzerine bir sorgusal irdelemeyi sürdürmemiz gerekmektedir (Derrida, J. The Possibility of Justice, 1992). Bu, vicdan sınırları içindeki şiddet kabulü ile de ilgilidir. Geçmişin şiddet ve haklılık ikileminde konumlanan toplumsal hafızamız, bugünün koşullarındaki şiddet sınırlarına geçmişin argümanları ile bakamaz. Hakikat adaleti varsayar (Levinas, E. Verite et justice, 1962) ancak yaşama kasteden ve anayasal gücü elinde bulunduran yasal şiddete karşı bir barış dinamiği yaratabilmenin esas unsuru belki de toplumsal şiddet-meşruiyet algısını tersine çevirecek söylemlere devam etmekten geçmektedir.

*Dresden Teknik Üniversitesi