Sabri Safiye yeni romanı İnanna'nın Dönüşü'nde okuru, uzay boşluğundan dünya uygarlığının dehlizlerine uzanan sıra dışı bir yolculuğa çıkarıyor! Tek merkez tarafından yönetilen ileri bir dünya düzeninde, “insan” kalmanın olanağını sorguluyor.

Şiirle ve dansla, alışılmışın dışında bir bilimkurgu evreni

AYŞE YAZAR

Fantastik maceralarıyla sevilen Sabri Safiye ile dünya uygarlığının dehlizlerinden uzay boşluğuna uzanan “İnanna’nın Dönüşü” üzerine söyleştik.

Kitabın başından sonuna kadar sıkışmışlık duygusu kendini çok yoğun hissettiriyor. Karakterlerinizdeki sıkışmışlık sizi ve yazma sürecinizi nasıl etkiledi?
Kitabı ve yazma sürecini tek bir temayla tarif etmek istemem, çünkü eksik olur. Ancak eğer bütününe bir metafor olarak bakacak olursak, bence elde edeceğimiz kilit kavram “yeniden doğuş” olurdu. Doğum sıkışık bir durumdan, bir dar geçitten geçerek Dünya’ya geliştir. Bu bakımdan haklısınız, karakterler bir sıkışmışlıktan sıyrılma ve hem kendilerini, hem de böylece, yeni bir dünyayı yeniden doğurma mücadelesi içindeler. Hatta kitapta, doğması engellenmiş olanın bambaşka bir zaman ve mekânda, bambaşka bir formda yeniden doğduğuna da tanıklık ediyoruz. Bir yazar olarak ben de kendi zihnimdekileri “dünyaya getirdim” diyebiliriz. Düşünceleriniz, duygularınız bir kurgu halinde kendi üzerlerine dolanarak, bir anlamda “sıkışıp” olgunlaşıyor ve kalemin ucundan kelime kelime, cümle cümle geçerek bir anlatı olarak yeniden doğuyorlar. Yazılan kadar, yazan da yeni bir dünyaya kavuşuyor.

Tüylü Bir Uzaylı Macerası’nda da İnanna›nın Dönüşü’nde de makineler, düzenekler hayli yer alıyor. Bunların edebiyatınızdaki ve hayal dünyanızdaki yeri üzerine konuşmak isterim.
Haklısınız; makineler ve düzenekler benim ilgimi oldukça fazla çekiyor. Kendi tekilliklerinde önemsiz gibi görünen bir dizi parçanın belli bir dizilimde yanyana gelerek, sanki baştan beri bir amaçları varmış gibi özel bir çıktıyı üretebilmesi büyüleyici değil mi? Elbette makinalar birer tasarımdan ibaret, yani kendilerine ait istekleri yok, en azından şimdilik. Ama unutmayalım ki, insan da bir dizi kimyasal molekülün son derece karmaşık diziliminden meydana geliyor. O halde sahip olduğumuz amaçların, isteklerin kaynağı nedir? Kısacası istek nedir? İşte burada, zihinsel üretimlerinin her alanında, mitlerde, edebiyatta, felsefede ve bilimde insanları on binlerce yıldır meşgul etmiş bir gizem var. Ruh ve madde ikiliği kolaycılığına düşmeden bu soru üzerine düşünmek, farklı bakış açıları geliştirmek beni cezbediyor doğrusu. 

Soyut bir kavram olan zamanı betimleyerek başlıyorsunuz kitaba. Bunu yaparken betimlediğiniz şeyi referans alıp eşya ile (şapka) im koyuyorsunuz. Kitabınız da bir çeşit im koymak sayılabilir mi?
Zaman kavramının ta kendisi mesafeyi çağırıyor, var ediyor. Yaklaşmak, uzaklaşmak, bir yerde olmak. Yer değiştirmek. Gezinmek. Hatıralar, öngörüler, imajlar arasında yol almak, ileri, geri. Zamanı bir iz bırakmadan, bir ize tutunmadan bırakın kavramayı, fark etmek bile mümkün değil. Hani masaldaki Hansel ve Gretel’in ormana bıraktıkları küçük ekmek parçaları gibi. O dayanıksız, kırılgan izler kaybolunca, onlar da kayboluyorlar. Bizim, Güneş ve Ay gibi devasa kozmik kırıntılarımız var neyse ki. İlk sorunuza cevabımda belirttiğim gibi, her yeniden doğuş, yeni bir dünya yani yeni bir zaman demektir. Farkında olmasak da, gündeliğimizde bile buna dair ritüellerimiz var. Hayatımız izlerden oluşuyor. Daha derin izler bırakabildiğimizde daha dayanıklı bir zamanımız oluyor. Böyle düşününce, yazmak da elbette sözcüğün her anlamında bir iz bırakma eylemidir.

Sınırlı sayıda basılan kitaplar günümüzde kâğıt kriziyle birlikte biraz daha tercih edilmeye başlandı. Bunların genellikle şiir kitapları olduklarını söyleyebiliriz. Kitabınızda kadim metinler ve şiirlere yüklediğiniz anlamlarla günümüzdeki bu yaklaşımın paralellik gösterdiği düşünüyorum. Şiir okuru ve kitabınızda şiirin yansımaları hakkında neler söylersiniz?
Şiir, dünyaya bir ek değildir, dünyanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bir anlamda dünyanın kıyısıdır. Hani bir esnafın duvarında yazarmış: “Kenarsız baklava olmaz” diye; işte aynen öyle. Dünya şiirle genişler, dışarıya uzanır, anlamın ötesini yoklar. Bu nedenle şairden veya şiir kitaplarından vaz geçseniz de, şiirden vaz geçmek gibi bir seçeneğiniz yoktur. Bence herkes, ama istisnasız herkes, yaşarken bir noktada anlamın kıyısına gelir ve orada, belki de henüz yazıya dökülmemiş şiirle karşılaşır. Küçük ama derin bir şaşkınlık anıdır bu. Ama sonuçta şiir dile, anlama yani dünyaya zincirlidir, yani şiir, bir “dünyadan çıkış yolu” değildir. Bu deneyim baş döndürücü, çok güçlü bir etkiye sahiptir. Anlaşılan her zaman öyle oldu ve öyle de olacak. Her güç gibi, bunun da bir iktidar düzeneğine dönüşmesi benim distopik kurgumu oluşturuyor ve bir tehlikeye işaret ediyor. Bu durumda sığınabileceğimiz neresi kalır? Anlam-dil öncesi bir başka güce belki? İnanna’nın Dönüşü’nde buna dair düşünceler var.

İnanna'nın Dönüşü’nü okuyup bitirdikten sonra, “bir kadere sahip olmamak” yapay zekânın belki de insandan ayrılan en önemli yönü olduğu hissine kapıldım. Siz bu kitapla oluşturduğunuz çağrışımlar aracılığıyla okurlarınızı dijital otopsiden hatıra nakline, arkaik metinlerden çizgi roman repliklerine değin gezdirip bilincin ve bilinçaltının derinliklerine yolculuklar yaptırıyorsunuz. Okurlar bu yolculuktan nelerle dönsün isterdiniz?
Ben yapay zekayla insanın farkını “bir kadere sahip olmak”tan ziyade, “bir isteğe sahip olmak” şeklinde ifade etmeyi tercih ederim. Kitapta bu farkı, sınır noktalara sürülmüş bir kurguyla, örneğin hücrelerinden itibaren yapılandırılmış bir insan simülasyonuyla tartışmaya açıyorum. Öncesinde belirttiğim gibi bu tartışma, istek nedir, nereden kaynaklanır gibi bir soruya yol açıyor. Anlam kaybolmasa da, istek kaybolduğunda insana ne olur? Yapay zekâ, insan simülasyonu ve insan arasında oluşan bir kurguda, izler meselesi devreye giriyor. Ama sadece hatıralar ve benlik anlamında değil, simüle edilmiş bile olsa, bedendeki izlerin ve bedenin ta kendisinin nasıl bir fark yarattığı da söz konusu. Bilinçdışımız sadece bazı gölgeli dilsel temsillerin dolandığı bir sahne arkası olarak değil, etimizin de ayrılmaz bir parçası olduğu izler, etkiler, yönelimler, salgılar galerisi olarak beliriyor. Burada hem devraldığımız insanlığın kadim mirası, hem okumuş olduğumuz çizgi roman replikleri var, hem de çocukken kıvrılarak uyukladığımız koltuğun sıcaklığı. Ben İnanna’nın Dönüşü’yle okuyucu nezdinde bu tartışmaya küçücük bir giriş yolu açabilmişsem kendimi başarılı addederim.