Şili-kon Vadisi

Semiha Durak

İngiltere’deki Sussex ormanlarının derinliklerinde bulunan DogTag Airsoft Oyun Merkezi’nin oyuncakları arasındaki eski helikopter, gerçekte bir zaman makinasıdır. Metruk, bozuk, ve hareketsiz duran bir helikopterin zamanda yolculuk yapabileceğine inanmayanlar, en temel fizik kurallarından birini hatırlayarak ikna olabilirler. “Seçtiğiniz referans noktasına göre, bir şey duruyor gibi de, hareket ediyor gibi de görünebilir.”

Belki de,  helikopterin şimdilerde  görünmez olan  pervanesi penduluma dönüşürek zaman ve mekan arasında bir takım titreşimler yaratıyordur. Sonra  bu titreşimler sizi sıradan bir savaş simülasyonu oyununun içinden geçirerek, tesadüfler ve tekerrürlerle örülü hikayelerin buluştuğu bir zaman yolculuğuna çıkarabilir. Yalnızca geçmişe değil, ‘bulutta’ asılı kalmış, başka bir gelecek olasılığına doğru, uzun ve çetrefilli bir yolculuğa.

Birkaç hafta önce karşıma çıkan bir haberde, oyun merkezinin sahibi Ross Beare, “helikopterin geçmişinden haberdar olmadığını’ söylüyor, "tek bildiğim, eskiden Şili Hava Kuvvetleri’ne ait olduğu” diyordu. Eğer Latin Amerika tarihi hakkında birazcık fikri olsaydı, ‘Şili ve ‘Helikopter’ kelimelerinin bir araya geldiklerinde Condor Operasyonu isim tamlamasına dönüşeceklerini tahmin edebilirdi. 

İsmini And Dağları üzerinde süzülen geniş kanatlı akbabadan alan Condor, 70’li ve 80’li yılların en kanlı operasyonlarındandı. Kadrosunda devletler, gizli servisler, ordular, bürokratlar ve mafyanın yer aldığı uluslararası bir ağ tarafından yönetiliyordu. Kurbanlarının yüzlercesi  uçak ya da  helikopterlerden okyanusa atılmışlardı. Şimdi Sussex ormanlarında kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan helikopter de,  bir zamanlar Pinochet’nin ‘akbabalarından’ biriydi.

Helikopterin kanlı geçmişini, haberlerden öğrenen Ross için, şimdi bütün bunları bilmek pek bir değişiklik yaratmamış. “Olanlar olmuş, her şey geçmişte kalmış” diyordu. “Alt tarafı bir metal parçası olan helikopter de zaten artık ‘iyilik’ için kullanılıyordu." İyilikten kastettiği şeyin bir savaş simülasyonu olduğunu hatırlatalım.

Ross her açıdan yanılıyor. Tabii eğer yalan söylemiyorsa.

“Alt tarafı bir metal parçası” olamayacak kadar derin izlere ve izdüşümlerine sahip olan helikopter, hala yaşayan bir tarihin tanıklarından biri. İngiltere’de bir ormanın derinliklerine uzanan hikayesindeki ironiler, tesadüfler ve kesişmeler, bu zaman yolculuğunun sarkacına döşenmiş mihenk taşlarına benziyor. Metruk helikopter, hayatının son zamanlarını Galler’de bir ormanda geçirmiş Stafford Beer’i hatırlatıyor. Her ikisi de,  seçtiğiniz referans noktasına göre, Şili ve Britanya arasındaki bağlantıların metaforları, kara kutuları ya da kilittaşları gibi görünebilir.  

1971 yılının Temmuz ayına gidiyoruz. Londra'da yaşayan İngiliz sibernetik uzmanı Stafford Beer, hiç beklemediği bir mektup aldı. Şili’den gelen bu mektup, sadece Beer’in hayatının değil, tarihin de yönünü değiştirecek  olaylar örgüsünü başlatacaktı. Mektubu gönderen kişi Fernando Flores adında, Şilili genç bir mühendisti. Ülkenin yeni seçilmiş sosyalist başkanı Salvador Allende'nin hükümetinde görevliydi. Stafford Beer'in, 1950'lerden beri yürüttüğü sibernetik alanındaki çalışmalarına hayranlık duyuyordu. Beer'i Allende'nin hükümetinde birlikte çalışmak üzere Şili'ye davet ediyordu. Stafford, üst tabakadan ve sağ politikaları destekleyen bir aileden geliyor, ama kendini sola yakın buluyordu. Şili'den gelen mektup onu heyecanlandırmıştı.  Londra'ya gelen Fernando ile konuya epey  zıt düşen bir yerde, Piccadilly'deki zenginler kulübü, Athenaeum’da buluştular. Allende’nin ‘sosyalist interneti’ orada kuruldu. 

Karmaşık yapılarda kontrol ve iletişimi sağlamanın yollarını,  Norbert Wiener'den sonra keşfedip geliştiren Beer,  teknoloji ve  politikayı bir araya getiren formülleriyle Allende'nin Şili'sine ekonomik bağımsızlık şansı vaadediyordu.  Piccadily'deki toplantının ardından Santiago'ya giden Stafford,  Allende'nin mühendisleriyle birlikte Cybersyn Projesini tasarlayarak, hayata geçirmeye başlamıştı. Proje, Allende'nin kendi tanımıyla, "Şili'yi azgelişmişliğe mahkûm eden yapıtaşlarını ortadan kaldıracaktı." Bilgisayar teknolojilerini ekonomik ve siyasi güce dönüştürmenin sırları bulunmuş, böylece Allende'nin barışçıl sosyalist devrimine sessiz ve dijital bir devrim daha eklenmişti.

Aslında pek de sessiz sayılmayabilir. Yankıları ‘karşı tarafta’ duyulmaya başlamıştı. Galiba, biraz korkuyorlardı. Daily Mail gazetesi,  "[Proje] hayatta kalmayı başarırsa, etkileri diğer ülkeler için çok büyük olacak" yorumunu yapmıştı. Soğuk Savaşın ortasında,  bir savaş daha yaşanıyordu. Amerika’nın İTT’sine karşı, Allende’nin sosyalist interneti! Şili’nin bakır rezervlerini kamulaştırarak Amerikan şirketlerini safdışı bırakan Allende, bir de interneti ele geçirirse, küresel savaşın dengesi tümüyle değişecekti.

Stafford Beer, Cybersyn’i yaratabilmesini sağlayan bilgi- işlemle ilgili yanıtları biyolojide; Darwin ve Kropotkin gibi suyun içinde bulmuştu. Kropotkin için yengeç, Darwin için kurbağa ne ise, Beer için de Daphnia, yani su pireleri oydu. Buraya kadar, Cybersyn’i biraz  anladığımı iddia edebilirdim. Ama  Stafford'un ilhamını perilerden değil, su pirelerinden alarak tasarladığı projenin nasıl işlediğini, Şili'nin ekonomisini dönüştürme  planını ne şekilde hayata geçireceğini anlatabileceğimi sanmıyorum. Yine de açıkça görebildiğim, tarihi kendi kontrolünde tutmak isteyenlerin unutturmaya çalıştığı Cybersyn, politik ve teknolojik, iki ütopyanın kesiştiği,  başka bir dijital dünyanın mümkün olduğunu kanıtlıyordu.

Allende'yi, onu epey zorlamış kamyoncular grevine rağmen ayakta tutmayı başaran Cybersyn’in on ay süren ömrü, ne yazık ki 11 Eylül 1973 darbesiyle son buldu. Allende'nin ömrü de öyle. Fernando Flores tutuklandı. Stafford, haberi Londra'da almıştı. Coğrafi ve sosyal konumundan sanırım; onunla ilgili önyargılarıma engel olamıyorum. Flores’in serbest bırakılması için Af Örgütü ile birlikte çalışmış olması  soru işaretlerini kaldırmaya yetmiyor. Beer, hakkında net bir yargıya varılması güç, karmaşık bir karakter.  Ama darbeden sonraki hayatına bakınca, masum olduğu düşünülebilir. 

Athenaeum’da  bir toplulukta,  Şili’yi ve komünizmi coşkuyla savunduktan; Cambridge Üniversitesinde, davet edildiği kürsüde Thatcher hakkında yaptığı sert konuşmadan;  ve bir noel akşamını Thatcher’in evindeki partide geçiren abisine,  “Thatcher’i nasıl boğmadığını” sorduktan sonra, kendi kabilesinin içinde barınamayacağı belli olmuştu. Artık ormanın derinliklerine  çekilme zamanıydı. Zamanla sibernetikten ve bilimden uzaklaşıp mistik, tantrik bir dünyanın içine daldı. Etrafında,  politikacılar ve iş dünyasından farklı bir hayran kitlesi belirmeye başlamıştı. Aralarında  Brian Eno, David Bowie de vardı. Brian Eno, Another Green albümünü Stafford’un teorilerinden etkilenerek yaptığını söylüyordu. 

Cybersyn'den geriye kalan en somut varlık,  bir fotoğraf.  İçinde yedi koltuğun bulunduğu altigen planlı,  merkezi bir operasyon odasını gösteren bu fotoğraf,  bilim- kurgu filmlerinden bir kare gibi.  Darbenin ardından bu odaya ve fütüristik koltuklarına ne olduğu hala bir merak konusu. Söylenenlere göre,  Pinochet'nin askerleri darbenin ilk günlerinde operasyon odasını bulmuşlar ama ne işe yaradığını anlamayarak öylece bırakmışlardı. Altigen Oda,  içindeki yedi koltuk ve sırlarıyla kayıplara karışsa da,  Allende’nin dağılıp parçalanan hayali, ortaya saçılmış moleküller gibi,  bugün baktığımız her yerdeler. Nasıl mı? 

Fernando Flores’in 1976’da hapisten çıkmasıyla birlikte oyunun ikinci perdesi başlıyordu. Artık  bambaşka bir adama dönüşmüş olan Flores, bütün bildikleriyle soluğu California’da aldı. Cybersyn Projesi tasarlanırken amaç, insanları gözetleyip kontrol eden baskıcı bir sistem oluşturmak değil, işçilerin yönetimde yer almalarına olanak sağlamak  ve işbirliği yaratmaktı. Ama bundan sonra her şey tersine doğru gidecekti. Cybersyn, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’un eline geçirdiği yüzüğe benziyordu. Flores’in Terry Winograd ile tanışması tam bir dönüm noktası oldu. Stanford Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başlayan Flores,  Cybersyn deneyimini aynı üniversitede görevli olan Winograd’a  aktarıyordu. Şili’den Silikon Vadi’sine uzanan yolun taşları hızla döşeniyordu. Flores ve sonraki yıllarda,  yapay zekanın öncüsü olarak anılacak Winograd, bugünün Big-Tech kurucularının akıl hocaları olmuşlardı. Google’un kurucusu Lary Page onlardan biri. Page’in Open AI’yı birlikte kurduğu ortağı da tanıdık bir isim: Elon Musk. Teknotratlar, hikayede yerlerini aldıkça tanrılar panteonu tamamlanmaya başlıyor.  

Zihnimde yanıp sönen soruyu seslendirmeden duramıyorum. Teknoloji devlerinin dilinden düşürmediği şu ‘garaj’ yoksa Şili’miydi? Neo-liberalizmin laboratuvarı denilen Şili, teknokrasinin de ‘garajı’ olmuş görünüyor. Chicago Boys’un yazdığı, Pinochet’nin Şili’de uyguladığı ekonomik ve politik düzenlemeler, neoliberalizme model oluşturuyorken, bir yandan da ‘Santiago Boys’, yani Fernando Flores ve hayatta kalan Cybersyn mühendisleri,  Allende’nin sosyalist internetinin kodlarıyla Silikon Vadisini yapılandırıyorlardı.  Thatcher, “komünizm Şili’de öldü” derken,  bunları kastediyordu. Ondan öldüresiye nefret eden Stafford, bütün bunları biliyor olmalı. Ama Thatcher’dan ne kadar uzak dursa da, aralarındaki görünmez  bağlar,  sanki buna izin vermemiş. Pinochet’nin politikalarını Şili’de gözlemleyerek Thatcher’a aktaran Alan Walters’ın, Stafford Beer’in eski ortağı olması ilginç bir tesadüf. Dünyanın anlık görüntüsüne bakınca, Beer’in teknoloji guruluğundan mistisizme geçişi de ilginç geliyor. Ama tesadüf değil gibi. Yüksek zekası ve hacimli egosuyla iki dünya arasında sıkışmış olan Beer’in sarkaçlı karakterinin izleri, 21. yüzyılın dijital ve spiritüel insan türünde varlığını sürdürüyormuş görünüyor.

Cybersyn, yarım kalmış bir şarkının hikayesi gibi. Bilgi-işlem projesini şarkıya benzetmek tuhaf görünebilir,  ama bu kelimeyi tesadüfen seçmedim. Aklımın bir ucunda, Ángel Parra’nın Cybersyn için bestelediği "Bilgisayar için bir ayin;  doğmak üzere olan bir bebek" başlıklı şarkısı,  diğer ucunda Brian Eno’nun ezgileri var. Fonda ise, Victor Jara’nın, Şili’deki stadyumda parçalanmış elleriyle çaldığı gitarının sesi ve yarım kalmış şarkısı duyuluyor.

Yarım kalan ne varsa, bir gün tamamlanır mı bilmiyorum. Ama beklerken, tarih,  ilginç tesadüfler ve ironilerle küçük oyunlar oynamaktan geri durmuyor. Mesela, Pinochet’nin, yıllar sonra, 1998’de  tutuklandığında, Piccadily’deki Anthenaum’da olması, insana küçük çaplı da olsa bir döngünün tamamlanmış olduğunu hissettiriyor.