Edebiyatımızda şimdiye sıkışma, hem dünyayı hem de bireyi anlama ve anlamdırma açısından önemli olanaklar yaratma potansiyeline sahip. Güçlü yazarların nitelikli eserlerinde bunun nüvelerini görmek edebiyatseverler için büyük şans

Şimdinin Edebiyatı

DOĞUŞ SARPKAYA

Modern düzyazının gündelik olanın gerçekliğini anlatan bir edebi ifade aracı olduğundan yola çıkarsak, ‘şimdi’ye odaklanmanın olağan karşılanacağını söyleyebiliriz. Ama edebiyatın şimdinin uçuculuğu -daha yaşandığı anda anıya dönüşmesi gerçeği- ile geleceğe dair uyarı, beklenti ya da umudu barındırma potansiyeli arasında bir yerde konumlandığını varsayarsak, anın sabitlenemezliğini kabul etmek durumunda kalırız. Modern zaman fikri de geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmış bir şimdiyi işaret eder. Edebiyat alışkanlıklara, sabitlenmiş olana, değiştirilemez ve tekrar edene yöneldikçe şimdinin içine gömülür. Bu durum genelde toplumsal hareketlerin zayıfladığı, egemenin gücünü dolayımsız bir şekilde hissettirdiği dönemlerde kendini hissettirir. Bunu ünlü karşılaştırmalardan biriyle örnekleyebiliriz: Fransız devrimi sonrası devrimler ve karşı devrimler çağının yazarı Balzac’ın romanlarında, nesneler ve olaylar arasındaki ilişki birbirine bağlıdır ve toplumsal gerçeklik dinamik bir şekilde resmedilir. 1848 sonrası yenilgi çağının yazarı Flaubert’te ise alışkanlıklar evreni devreye girer ve nesneler hareketsizleşir. Durağan nesneler ile dinamik olayların arasındaki gerilimli ilişki toplumsal gerçekliğin görece donmuş bir resminin ortaya çıkmasına neden olur. Şimdiye sıkışma başlamıştır.

simdinin-edebiyati-451298-1.Şimdinin kaçınılmazlığı

Türkçe edebiyatta ise genel eğilimde bazı sapmalar olsa da şimdiye sıkışmanın normalleştiğini söyleyebiliriz. Ne hakkıyla geçmişiyle hesaplaşabilmiş, ne de geleceğe umutla bakabilen bir edebi atmosferimiz var. Ülkenin son yüz yılında yaşanan felaketlerin romanda ve öykülerde ne kadar yer bulabildiği ya da geleceğe dair ütopik - distopik kaç tane metnin olduğu üzerine düşünelim. Kısa Cumhuriyet tarihi boyunca, azınlıklara karşı örgütlenen pogromlar, senelerce süren kirli savaş, üç askerî darbe yaşanmasına rağmen, yaşananları hakkıyla anlatabilen çok az roman ya da öykü yazıldı. Bu eksikliğin son dönem yayımlanan Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’u, Cem Kalender’in Kayıp Gergedanlar’ı, Jale Sancak’ın Fırtına Takvimi’si, Gönül Kıvılcım’ın Babamın En Güzel Fotoğrafı ve Pınar Selek’in Yolgeçen Hanı romanı ile giderildiğini söyleyebiliriz. Gelecek konusunda ise Yakup Kadri’nin Ankara’sından Mahmut Eşitmez’in Liberhell’ine kadar uzanan tarih boyunca çok az gelecek tasarımıyla karşılaştığımızı söyleyebiliriz.

Şimdiye sıkışmanın bir kader değil, bir fırsat olarak ele alınabileceğini de vurgulamak lazım. Son yıllarda bunu fırsat olarak gören, güçlü eserlerin yazıldığını söyleyebiliriz. ‘Şimdinin’ Edebiyatı dosyasında Abdurrahman Aydın, Onur Akyıl ve Semrin Şahin’in ele aldığı üç eser de bu açıdan dikkat çekici. Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas romanı, geçmişle hesaplaşma teması üzerinden değerlendirilebilecekken geçmiş acıların ve vahşetin bugün de devam ettiğini vurgulayarak şimdiye yöneliyor mesela. Hüseyin Kıran ise iktidarın benlikte açtığı yaraların ve kendisini insanın içine işleme becerisinin üzerine yoğunlaşıyor. Neslihan Önderoğlu’nun gündelik hayatta ‘cesetleşerek’ şimdiye sıkışan kişileri ise hem ölüm hem de rutinleşmiş yaşamlarımız üzerine düşünmemizi sağlıyor.

simdinin-edebiyati-451299-1.Kötülüğün sıradanlığı

Şimdiye sıkışmayı güçlü bir şekilde yansıtan eserler ismi anılanlarla sınırlı değil. Yine Türkçe edebiyatta eksikliği hissedilen kötücüllüğün ele alındığı eserlerle karşılaşıyoruz son yıllarda. Modern iktidarın toplumsallaştırdığı kötülüğün bireylere yansıması ve buna tepkinin açığa çıkma şekilleri bazı anlatıların merkezine yerleşmeye başladı. Örneğin Melike Uzun, öykü kitabı Kürar ve romanı Soğuk ve Temiz’de, “toplumsal olarak yaralanan bireyin travmalarının dışavurumu nasıl anlatılabilir?” sorusuna cevap ararken kötülüğün kaynaklarına inmeye çalışıyor. Melike Uzun, yüzeyde görülen çatlak ve yarılmaların gerçekliğin görünen başka yüzleri olduğunun farkında. Bu farkındalık onu yarık ve çatlaklarda oluşan yıkıcı eylemleri yeniden yorumlamaya yönlendiriyor. Bu tercih, Şamil Yılmaz’ın cümlesiyle ifade edersek, “yüzeyde yakalanabilecek her türlü acı efektini aşıp daha derinde, çok daha köklü ve süreğen bir ‘ağrıya’ doğru taşıyor hikâyeyi.”

Engin Türkgeldi’nin, Orada Bir Yerde’si de insanın içine işlemiş kötülüğün peşine düşen bir öyküler bütünü. Türkgeldi, tüm öyküleri için ortak bir dünya yaratmış. Sınırları çizilmiş adı koyulmuş bir dünya değil bu. Bu açıdan eserin tümüne fantastik bir eser denilebilir. Var olmayan bir coğrafya ve öykülerin geçmiş zamanda geçtiğini vurgulayan ayrıntılarla da destekleniyor bu. Ama Türkgeldi, tıpkı Melike Uzun gibi, insanın ruhuna işlemiş derin ağrıya odaklanmış bir yazar. Öyküler geçmişte yaşanmış ve fantastik öğelerle bezenmiş gibi gözükseler de bugünün, şimdinin acılarına odaklanıyor. Türkgeldi’nin mesafeli, ironik ama edebi oyunlara gönül indirmeyen dili metinlerin derinleşmesine katkıda bulunuyor.

simdinin-edebiyati-451300-1.Edebiyatımızda şimdiye sıkışma, kaba gerçekçilikten beslenen eleştirmenler tarafından gerçeklikten kaçışa işaret ediyormuş gibi yorumlansa da hem dünyayı hem de bireyi anlama ve anlamdırma açısından önemli olanaklar yaratma potansiyeline sahip. Güçlü yazarların nitelikli eserlerinde bunun nüvelerini görmek edebiyatseverler için büyük bir şans.