Sinemasal gerçeklik ve Şeytan Yoktur
İranlı Yönetmen Mohammad Rasoulof eleştirel diliyle, uluslararası film festivallerinde ödüllerin haklı sahibi olurken, iktidarı sorgulayan ve izleyicileri düşündüren filmleriyle kendi ülkesinde sürekli yasaklar ve tutsaklıklarla mücadele etmek zorunda kalıyor.
Emine Uçar İlbuğa
9 Ekim 2021’de gerçekleştirilen 58. Altın Portakal Film Festivali’nde ödül alan filmler sahiplerini bulurken, Ulusal Film Jüri Başkanı Emin Alper jüri olarak filmleri değerlendirirken yarışma filmlerinin vicdan ve suçluluk duygusu konusunda ortak bir noktada buluştuğunu ve bunun da içinde yaşadığımız siyasi atmosferin bir yansıması olduğunu düşündüklerini söyledi. Jüri tarafından filmlerde öne çıkan suçluluk duygusu, vicdan ve dolayısıyla bunun siyasi atmosfer ile ilişkisi üzerine yapılan bu vurgu çok önemliydi. Çünkü sinema içinde bulunduğu dünyanın gerçekliğinden beslenir ve filmler üretildikleri dönemin ekonomik, siyasal, kültürel koşulları içinde şekillenir.
Bu nedenle çoğu zaman devlet ve sinema ilişkisi sinema tarihi boyunca sorunlu bir alana işaret eder. Bir yandan filmlerin konusu ve insanlar üzerindeki etkisi nedeniyle filmlerin yasaklanması, sanatçıların baskı altına alınması ya da iktidarların devamlılığını sağlamak ve filmlerin etki gücü üzerinden propaganda aracı olarak kullanılması sıkça altı çizilen bir konudur. İdeolojik bağlamda iktidarın meşru kılınmasında medya ve dolayısıyla sinema çoğu zaman önemli bir mecra olarak görülmüştür. Nitekim Fransız Marksist filozof Louis Althusser’in devletin amaçları doğrultusunda kullandığı Devletin İdolojik Aygıtları (din, eğitim, kültür, aile…) ve Baskı Aygıtları (hükümet, idare, ordu, polis, hapishane…) ayrımı üzerinden egemen sınıfların devlet iktidarını elde tutarak varlıklarını sürdürmesinden söz eder. Tabii ki devletin ideolojik aygıtları çok katmanlı ve toplumun her bir kurumuna sirayet eder. Devletin baskı aygıtları da uzun süreyle iktidarların devamlılığı için yeterli değildir. Bununla birlikte sinema salt bir eğlence, propaganda ya da devasa kar getiren bir endüstri alanı olarak görülemez. Sinema aynı zamanda bir sanat olarak gerçekliği anlamlandırabilme adına felsefe ile yan yana gelir. Deleuze (Sinema 1, Hareket-İmge, 2014) “felsefe gibi sanat da düşünce üretir ve sinema, düşünceyi yansıtan ve harekete geçiren önemli bir sistemdir” der. Merleau-Ponty (Algılanan Dünya, 2005) ise “bize duyularımız ve gündelik yaşamdaki tutumumuzla açılan bir dünyada ilk bakışta ona erişmek için araçlara gerek yok gibi gelse de hep unutmaya eğilimli olduğumuz bu dünyada modern sanatlar bize düşünceyi yeniden keşfetmemizi sağlar” der. Dolayısıyla sinema günümüzde dünyayı yeniden anlamak, yorumlamak ve üzerinde düşünmek için de önemli bir alandır. Çünkü çoğu zaman filmler aracılığı ile içinde yaşadığımız karanlık ve kaotik ortamda gerçekliği anlama ve vicdani bir tartışma içine girebilme olanağı yakalarız.
70. Berlin Film Festivali’nde (2020) Altın Ayı Ödülü’nü alan İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un Şeytan Yoktur filminde konu tam da Emin Alper’in işaret ettiği suçluluk duygusu, suç, vicdan üzerinden ilerliyor ve dört bölümden oluşan filmde tematik olarak bu konu bireylerin farklı tutum ve davranışları, duygulanımları ve düşünceleri üzerinden birbirine bağlanıyor. İran’da idam cezası yasalarla destekleniyor ve her yıl çok sayıda iktidara muhalif insan düşünceleri nedeniyle infaz ediliyor. Yönetmen Rasoulof filmde infaz konusunu bu yasaları gönüllü ya da zorunlu olarak sorgulamadan kabul edenler ya da baskı ve korku nedeniyle geçici veya daimi olarak kabul edenler ve tüm bu süreçte bu tutum ve davranışların sonuçlarını bireylerin dünyasından tartışmaya açıyor. Bu yasaları kimler çıkarıyor, kimler, neden uyguluyor, karşı çıkanlar, eleştirenler ya da savunanlar, rasyonelleştirenler ve tüm bunların insanlar üzerinde yarattığı travmalar suçluluk duygusu ve vicdani sorumluluk üzerinden ortaya konuluyor. Şeytan Yoktur filminin birinci bölümünde Heshmat eşi Razia ve küçük kızı ile büyük kentin kaosu içinde, iş ve ev arasında bir yaşam sürdürüyor. Heshmat ve çekirdek ailesi tüketim odaklı hem duygusal hem de düşünsel anlamda sıkışmış bir yaşam sürdürüyorlar ve bu sıkışmışlık yoğun trafik, kalabalık caddeler, eşyalarla dolu iç mekanlarla da destekleniyor. Bir iş çıkışı sonrası Heshmat’ın çalıştığı iş yerinden aldığı eşi ve kızıyla kredilere giden maaş tartışmasından, süpermarkette yapılan alışverişe, fastfood restoranda yenilen yemekten, ebeveynlerin bakımına, gidilecek düğün için alınan elbiseden, saç boyasının rengine kadar uzanan gündelik yaşamları ile orta sınıf kentli bir aile profili çiziliyor. İlk bakışta Heshmat ilgili bir baba, eş ve vicdanlı bir oğul profili çiziyor. Bir infaz memuru olan Heshmat erken saatte işyerine geldiğinde işinin günlük rutini içinde önce sabah kahvaltısını hazırlıyor sonra da bir düğmeye basarak bir dizi mahkumun toplu infazını gerçekleştiriyor.
Film ikinci bölümde cezaevinde zorunlu askerlik görevini yapan altı askerin İran yasaları ve infaz görevi üzerine girdikleri tartışma ile felsefi bir boyut kazanıyor. Cezaevinde idam cezası onaylanmış mahkumların infazı koğuşta bulunan askerlerin görevi. Bu zorlu görev sonrası ödül olarak askerlere üç günlük izin veriliyor. Bu infazı gerçekleştirmek istemeyen Pouya’nın bu tutumu koğuş arkadaşları arasında devletin yasaları gereği verilen görevleri yerine getirme/getirmeme konusunda bir tartışmaya neden oluyor. Zorunlu askerlik görevi nedeniyle her verilen görev sorgulamadan yerine getirilmeli mi? Bu göreve hayır denilirse ne olur? Bu sorulara kimi askerin akılcı, pragmatist, kiminin sorgulayıcı ve eleştirel yaklaşımları düşünsel anlamda koğuştaki askerler arasında bir ayrışmayı da beraberinde getiriyor.
İran’da gençlerin iş bulabilme, sigorta yaptırabilme ve pasaport alabilmeleri için önce askerlik görevlerini tamamlamaları gerekiyor. Askere gelen gençler ya bir an önce askerliklerini bitirip gitmek için her söyleneni yapmak ya da başkaldırıp askerlik süresinin uzamasına ve kötü muameleye razı olmak durumundalar. Askerlerden biri Pouya’nın askerliği süresince verilen görevleri sorgulamadan yapması gerektiğini, çünkü yasaların bunu gerektirdiğini savunuyor. Pouya infaz sırası kendinde olduğu için bu görevi yerine getirmez ve cezaevinden kaçar. Bu bölümde yine askerlerin yasalar ve emirlerin yerine getirilmesi konusunda “zorunlu” olma halleri ve dolayısıyla duygusal ve düşünsel anlamda sıkıştırılmışlıkları kaldıkları küçük koğuş, cezaevi duvarları ve dar koridorlarıyla mekanla da örtüşüyor.
Üçüncü hikayede askerliği esnasında infaz görevini yerine getiren Javad üç günlük izinle sevgilisi Nana’yı görmek için onun yaşadığı köye gelir. Ancak Nana ve ailesini çok üzgün bulur. İktidara muhalif olan Keyvan’ı Nana ve ailesi saklamış, ancak Keyvan polis tarafından yakalanmış ve idam edilmiştir. Javad Nana’nın annesi Şirin ile askerlik ve yasalar üzerine sohbet eder. Şirin yasalara hayır dersek ne olur? Diye sorar, Javad bu soruyu “hayır dersek hayatımızı karartırlar” diye yanıtlar. O gece evin duvarında asılı olan Keyvan’ın resmini görür. Javad büyük bir suçluluk duygusu ve vicdani huzursuzlukla ölmek ister. Nana ile birlikte bir yaşam hayal ederek, yasalarla desteklenen ve zorunlu askerliğini bir an önce bitirmek adına verilen görevi sorgusuz/sualsiz kabul eden Javad’ın bu görevi kabul etmesi onun sevgilisini kaybetmesine ve “hayatının kararmasına” neden olmuştur. Mekan olarak ilk iki bölümdeki iç ve dış mekanlardaki sıkışmışlık son iki bölümde mekansal olarak doğanın içinde, köy, kasaba ve kentlerden yalıtılmış olarak sunulur. Nana ve ailesinin yaşadıkları ev de tepeden ormanı, dereyi ve köyü izleyebilen geniş bir alan olarak betimlenir. Nana ve ailesinin içinde yaşadıkları yalıtılmış doğal ortam onlara özgürce düşünebilme, sorgulayabilme ve hem kendileriyle baş başa kalabilme hem de birbirleriyle dayanışabilecekleri bir yaşam olanağı sunuyor ve onların sıkışmışlıkları sistemle olan mücadelelerinde öne çıkıyor.
Dördüncü hikaye cezaevinde yaşanılan idamların bir aileyi nasıl savurduğu üzerinden ilerler. Zaman ve Bahram birlikte bir dağ köyüne yakın bir evde yaşamakta ve balcılık ile uğraşmaktadırlar. Hasta olan Bahram Almanya’dan gelen misafiri Darya ile geçmişle/bugün üzerinden bir yüzleşme yaşar. İran’da siyasi atmosfer gibi, eşinin iki kardeşinin idam edilmesi Bahram ve ailesinin İran’da yaşamlarını zorlaştırır. Ortak bir kararla Bahram İran’da kalır, eşi, kardeşi ve küçük kızı ise kaçak yollardan umuda yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk Bahram’ın hem eşini hem de kızını kaybetmesiyle sonuçlanır. Zaman ve Bahram da kentten, kasabadan uzak ama dar patika yolları, bozkır ve tepeler arasında yaban hayvanlarla mücadele ederek ve tüm bu yaşadıklarının bilincinde, yalnız bir yaşam sürdürmektedirler.
Sonuç olarak ister Heshmat gibi meslek, isterse zorunlu askerlik görevi nedeniyle geçici bir süre de olsun yasalar karşısında suçlu oldukları gerekçesiyle insanların öldürülmesine aracı olmak hem ölenler hem onların yakınları hem de bu ölümleri sorgulamadan görev olarak kabul eden ve uygulayan insanların yaşamlarında geri dönüşü olmayan mağduriyetler Rasoulof’un dört hikayesinde farklı yaşam öyküleri ve perspektiflerden ortaya konuluyor. İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof ilk filmi Alacakaranlık (2002) ile başlayan ve Demir Ada (2005), Hoşçakal (2011), El Yazmaları 2013), Dürüst Bir Adam (2017) ve Şeytan Yoktur (2020) filmleriyle devam eden eleştirel diliyle, uluslararası film festivallerinde ödüllerin haklı sahibi olurken, iktidarı sorgulayan ve izleyicileri düşündüren filmleriyle kendi ülkesinde sürekli yasaklar ve tutsaklıklarla mücadele etmek zorunda kalıyor. Ancak devletin baskı aygıtları yönetmenin filmlerini çekmesine ve filmlerin izleyiciler ile buluşmasını engelleyemiyor.