Sitem taşları-9

Şükrü Erbaş - Şair, Yazar. 

Devrim ayeti 

Bellek, sanılanın aksine yaşadığımız günlerin değil, geçmişin ve geleceğin kayıt yeridir. Bunu, hatıranın ve hayalin kayıt yeridir diye okumak da yanlış olmaz. Acının kayıt yeridir, umudun kayıt yeridir, öfkenin kayıt yeridir, şiddetin kayıt yeridir, güzelliğin ve hazzın kayıt yeridir. Biz, belleğin bize kazandırdığı büyülü bir yetiyle unutmayız. Bütün zamanları aynı anda kavrarız ve yaşarız. Sezgisel bir bilgiyle de olsa, insanı küçük düşüren kötülüğün ve şiddetin insana aykırı olduğunu ve bir geleceği olmadığını en derinimizde duyumsarız. Bunu bize bilimsel, felsefi, başka bilgiler de sağlar ama sanatsal bilginin –şiirin, müziğin, resmin, romanın– oluşturduğu bellek, bizi özgürlük ve eşitlik bilinci içinde geleceğe taşıyacak en güzel varoluş halidir. Ne çıkar sönükse hayatınız / Tasaların altında / Gizli bir sevinç var mı / Siz ona bakınız der Necatigil. Ben hangi büyük acıyı yazarsam yazayım, insanın iyiliğine, onuruna, “ortak kederine”, yaşama arzusuna, gelecek tutkusuna hep inandım. Şiir bu inancın varlık bulduğu bir devrim ayetidir benim için. 

Eğer insan en basitinden en karmaşığına bir umut yaratmasaydı... 

İnsanı her anlamda çökerten umutsuzlukla, yaratıcı bir duyguyla bizi dünyaya bağlayan karamsarlığın kederini ayrı tutarak konuşmak gerekecek. Umut sahibi olabilmek için bir gelecek tasarımınız olması gerekir. Yaşadığınız hayatı bütün alanlarda sorgulamanız gerekir. Bunun içinse insanın ve hayatın diyalektiğini bilmeniz gerekir. Bu, insanın ömrünü alan bir emek demektir. Başkalarından edinilmiş hazır kalıp bir hayatla kimse bilgi sahibi olamaz. Yaşadığınız gerçekliği hücrelerine kadar görüp anlamadan nasıl umut sahibi olacaksınız? Gidip sürüye katılmak ve ortalamanın aklıyla değer kazanmak, kendinize hayran olmak çok daha kolay. Eğer insan, en basitinden en karmaşığına bir umut yaratamasaydı, canını acıtan ilk hayal kırıklığında intihar ederdi. 

Siz mutsuzluğun, huzursuzluğun, kederin, can sıkıntısının, çaresizliğin insanı paçavraya çeviren psikolojisini, ruhsal çöküntüsünü, özetle gerçekliğin diyalektiğini birazcık bilirseniz, ne kendiniz, ne yapıp ettikleriniz, insanı umutsuzlukla bir daha yıkmaz, yıkamaz. Yapay bir umuttan söz etmiyorum, hayır. Başkalarından yapılmış bir hayat bilgisinden söz ediyorum. 

Hapishanesi sunmaktadır ona bu imkânı 

Yaşarken zamanın ve ölümün bilincinde olan tek varlık insandır. Bu bilinçtir ona geçici olduğunu, bütün varlıkların ondan uzun yaşayacağını, her şeyin bir gün bu dünyada kalacağını sessizce öğreten. Sanırım hepimizin en gizli ve en büyük korkusu budur. İnsanın, sanat dışında, dinler ve tanrılar üzerinden bir “öteki dünya” yaratmasının özünde yatan da bu geçicilik duygusu olsa gerek. Şunları yazmıştım, bir daha paylaşmak isterim: “İnsana verilen en büyük cezanın, sınırlı bir hayatla sonsuzluğu kavrama yetisi olduğunu düşünürüm. O, bilinçli ya da sezgisel bir algıyla, kendi yarattıkları da dahil, dünyanın tüm nesnelerinin kendinden daha ömürlü olduğunu görmüştür. (...) Günlük hayat, bir başka ifadeyle yaşadığımız gerçeklik, sonsuzluğun biricik imkânıdır; sanatsal yaratıcılığın mayasıdır. Ancak bu imkân bir paradoks olarak geçicilik ve ölümlülük kabuğu ile kuşatılmış olarak durur önümüzde. İnsan, ölümlü ve geçicinin içinde süren sonsuzu çekip çıkararak, buna kendi geçiciliğini ekleyerek, doğanın ona oynadığı oyunu bozmak, kendisini zamandan ve mekândan özgür kılmak istemiştir. Trajik olarak ona, bunu yapabilmesi için geçici bir zaman, geçici bir mekân, geçici bir beden verilmiştir. Hapishanesi sunmaktadır ona bu imkânı. Sanatsal yaratıcılığın çekirdeğindeki haz da acı da buradan gelmektedir. O, kendi gerçekliğini yıkarak, içinde eylemli olarak yer almayacağı bir gelecek kurmakla cezalandırılmıştır. Ancak, yarattığı yapıtla, o geleceği bugünden görebilmeyle de ödüllendirilmiştir.” 

Emek ve saygının insanın belkemiği olduğunu öğreniyorsunuz 

Liseye başladığım yıllar, ’68 kuşağının ülkemizi ve dünyayı ayağa kaldırdığı yıllardı. Sanırım benim en büyük şansım bu oldu. Onların bana öğrettiği rüya, öldükten sonra da göreceğim rüya oldu. Devrim düşüncesinin bana öğrettiği ilk ve en temel tutum, mazlumun yanında yer almak olmuştur. Bunu, çocukluktan ergenliğe heyecanla geçen kalbiniz, büyük büyük kitapları okumadan daha, sessizce öğreniyor. Okudukça ve yaşadıkça, bu bilgi sizin varlığınız oluyor. Aynı şekilde, sizi dünyanın bütün kötülüğünden sorumlu olmaya götüren bir etik değerler dizgesi oluşturmaya başlıyorsunuz. Giderek hayatınızın bütün hayatlardan oluştuğunu anlıyorsunuz. Özgürlük bilinci, adalet duygusu ve eşitlik düşüncesi, ruhunuzun kılavuzu olmaya başlıyor. Emek ve saygının insanın belkemiği olduğunu öğreniyorsunuz. Tüm bu değerler size, yaptığınız işi kusursuz yapmayı öğretiyor. 

İyi yazmazsam o hayatlara bir kötülük de ben yapmış olacağım 

Yazmaya başladıktan sonra gördüm ki, iyi yazmazsam mazlum hayatlara bir kötülük de ben etmiş olacağım. Şiire dönüşmemiş bir hayatın geleceği olamazdı. Dilim sadece onları, olanı biteni anlatmayacaktı. Başka insanların bu hayatların içinde yaşamasını da sağlayacaktı. Onları ve başkalarını, inceliklerle dolu bir rüyanın içine aynı içtenlikle çekecekti. Başlangıçta doğal olarak daha yüksek sesli bir şiirim vardı. Zaman ve yazı, alçakgönüllü bir sessizlikle de çok etkili, insana daha çok dokunan ve çok ayrı hayatları aynı paydada buluşturacak şiirler yazılabileceğini öğretiyor. 

Albert Camus’yle bitirelim: Sanatsız edemeyişim, onun beni olduğumdan başka türlü olmaksızın, herkesle aynı düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Sanat, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.