Riley; İtalya, Romanya ve İspanya’da iki savaş arasında liberal demokrasi yerine faşizmi, sınıf çelişkilerini dile getirmekten çok özgürlüklerin ve kurumların kuyusunu kazmaya yönelen örgütlenmelerin geliştirdiğini anımsatıyor.

Sivil toplumun doğurduğu faşizm
Avrupa’da Faşizmin Yurttaş Dayanakları, Dylan John Riley, Çeviren: Ahmet Aybars Çağlayan, Ayrıntı Yayınları, 2024

Ali BULUNMAZ

Son dönemde Avrupa başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında faşizmin geri dönüp dönmeyeceğini soran pek çok insan var. Haklılar çünkü işbaşına gelen popülist liderlerin yanı sıra iktidar namzedi aşırı sağcılar, demokrasiden vazgeçilmemesi gerektiğini düşünenlerin faşizm anılarını tazeliyor. Öte yandan, göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı üzerinden örgütlenen aşırı sağcılar, milliyetçilikle ve ayrımcılıkla geçmişe selam gönderirken “1945’te öldü” denilen faşizm modeline öykünmekten geri durmuyor.

Sosyolog Dylan John Riley, Avrupa’da Faşizmin Yurttaş Dayanakları’nda günümüzün aşırı sağ hareketlerinin gönderme yaparak kitlesini canlı tutmaya çalıştığı faşizm modellerinden bazılarını hatırlatıyor. 1870-1945 arasını inceleyen Riley; İtalya, İspanya ve Romanya örneklerini incelerken hem Gramsci’nin görüşlerini hem de sivil toplum-faşizm ilişkisini anımsatıyor.

Dylan John Riley

DEMOKRASİNİN BOŞLUKLARINI DOLDURAN ŞİDDET

Riley, karşılaştırmalar yaparak İspanya, İtalya ve Romanya örneklerini incelemekle kalmıyor, Gramsci’nin “faşizm iyi örgütlenmiş sivil topluma ihtiyaç duyar” görüşünü kerteriz alıyor. Başka bir deyişle zayıf siyasi oluşumların karşısında, gönüllülerin sağlam birliktelikler kurduğu faşizmin bu üç ülkedeki serüvenini aktarıyor.

Riley, Gramsci’nin fikirlerinden hareketle faşist rejimlerin, hem kitlesini hem de o kitleyi yönlendirecek partiyi kurmak için sivil toplumdan faydalandığını belirtiyor. Solun örgütsüzlüğü ve toplumsal muhalefetin yetersizliğiyle güçlenen faşizm, demokrasiyi kullanarak iktidara geliyor. Parti faşizmi İtalya’da, gelenekçi faşizm İspanya’da ve devletçi faşizm Romanya’da bu şekilde ete kemiğe bürünürken bazı farklılıklara rağmen üç örnekte de kitle örgütleri önemli rol oynuyor: “Faşizmin bu üç türü ‘özerk’, ‘seçkinlerin başı çektiği’ ve ‘devlet güdümlü’ diye adlandırdığım sivil toplum gelişiminin izlediği özellikli üç yolla ortaya çıkmıştı. İtalyan örneğinde sivil toplum ‘aşağıdan’ gelişmişti. Taşradaki doğrudan üreticilerin kendileri gönüllü örgütler ve kooperatifler kurmuştu. Bu, parti faşizmiyle ilgiliydi. İspanya’da birlikçi gelişmenin itici gücü kiliseyle ittifak eden toprak sahibi seçkinlerdi. Bu, gelenekçi faşizmi üretmişti. Romanya’da birlikçi gelişmenin arkasındaki itici güç devletçi Liberal Parti’ydi. Bu, devletçi faşizmi üretmişti.”

Ulusal birliğini tamamlayan İtalya’da hegemonya boşluğunun giderilme ihtiyacı, özerk sivil toplumu ön plana çıkarırken Sosyalizm ve Katoliklik iki kol olarak belirginleşiyor. Sivil toplum örgütlenmelerinin en güçlü olduğu bölgelerde faşizm baskın hâle gelince kitle demokrasisi yerine, otoriterlik ve sağ etkinleşiyor. Riley’nin ifadesiyle “İtalya’da sivil toplum gelişimi faşizmin gelişiminin anahtar nedeniydi; birlikler faşistlerin örgütsel kaynak ihtiyacını karşılamıştı.”

İspanya’daki faşizm ise İtalya’dakinden biraz daha farklı biçimde, 1930’larda demokrasinin çöküşünden kaynaklanıyor. Güçlenmesini sağlayansa hegemonik olmayan ortamda etkinleşen sivil toplum. Sosyal Katoliklik ve kilise bağlantıları haricinde gönüllü örgütlerin kırsaldaki yayılımı İspanya’daki faşizmin lokomotifi. Bu bağlamda Riley, bir ittifaktan bahsediyor: “İspanya’daki parti faşizminin çarpıcı zayıflığını Katolikliğin İspanyol sağının bir başından bir başına uzanan hatırı sayılır örgütsel gücü açıklar çünkü İspanyol toplumunun ileri gelenlerinin egzotik yeni bir örgüt ve ideolojiyle flört etmeye ihtiyaçları yoktu. Aksine İkinci Cumhuriyet’i önünde sonunda devirecek ve 1936 başkaldırısına yararlı destek verecek politik güç küçük ve büyük mutasarrıflar arasındaki sosyal Katolikliğin örgüt ve ideolojisiyle pekişen bir ittifaktı.”

LİBERALİZMİN FAŞİST ELEŞTİRİSİ

Riley, 1930’ların ortalarından itibaren faşizmi keşfeden Romanya’daki hareketin monarşiye sarılan bir yapısı olduğunu ve yine bir hegemonya kriziyle palazlandığını hatırlatıyor. Muhafazakârlar ve liberaller arasındaki çatışmada, liberallerin zayıflaması da faşizmin dallanıp budaklanmasında önemli rol oynuyor. İtalya ve İspanya’dan farklılaşan Romanya’daki modelin, özerk sivil toplum mahrumiyetine dikkat çekiyor yazar: “Romanya’nın devlete bağımlı sivil toplum gelişimi faşist bir partinin iktidarı ele geçirecek ölçüde kuvvetlenebileceği örgütsel koşulları baltalamıştı. Demir Muhafızlar, desteği harekete geçirmekte kullanılabilecek gelişmiş kitle örgütlerinden mahrum kalmıştı. Bu nedenle Romanya’da faşist rejimi Carol çevresindeki kralcı klik kurmuştu. Bu basitçe Romanya’yı faşizm tehdidinden korumak için tasarlanmış koruyucu veya geçici bir diktatörlük değildi. Carolcu diktatörlük otuzların başında taht çevresinde toplanmış devletçi faşist güçlerin sonuç alıcı zaferini temsil ediyordu.”

Riley; İtalya, Romanya ve İspanya’da iki savaş arasında liberal demokrasi yerine faşizmi, sınıf çelişkilerini dile getirmekten çok özgürlüklerin ve kurumların kuyusunu kazmaya yönelen örgütlenmelerin geliştirdiğini anımsatıyor. Politika krizinin faşist kitle hareketini güçlendirdiğini söyleyen yazar, üç ülkede de faşizm öncesinde sınırlı oy hakkının bulunduğunu, seçim hilelerinin ayyuka çıktığını ve halkın baskı altına alındığını; başka bir deyişle albenili ambalajına rağmen uygulamada demokrasinin bulunmadığını hatırlatıyor.

Demokratik hareketlerin liberallikten uzaklaşıp parlamenter sistemi geriye iten sivil toplumun faşizmi büyüttüğünü İtalya, İspanya ve Romanya örnekleriyle ortaya koyan Riley, üç ülkedeki benzer durumu özetlerken incelemesinin ağırlık merkezini paylaşıyor: “Sivil toplum gelişimi politikanın bir krizine yol açan ve sonuçta İtalya, İspanya ve Romanya’daki liberal sistemlerin meşruiyetini baltalayan kafa karıştırıcı bir hak iddiaları karmaşası üretmişti. Bu ülkelerde liberalizmin faşist eleştirisi tam da bu nedenle yankılanmıştı. Seçimlerin hükümetlerle hiçbir ilişkisi yoktu, sadece yozluklarından değil, aynı zamanda bizzat hegemonik politikaların namevcutluğunun yol açtığı politik hayatın şekilsizliğinden de. Toplumun ileri gelenleri arasındaki kuvvetle yapılandırılmış partilerin yokluğu genel oy hakkından sonra parti sistemine geçmişti. Bu ülkelerde ne açıkça muhafazakâr veya karşıdevrimci bir kutup ne de belirgin bir demokratik kutup vardı. Açık seçik şekilde tanımlanmış bir sol ve sağın arasında seçimlere anlam kazandıran, gerekli gerilim namevcuttu.”