Darren Aronofsky bir önceki filmi ‘Güreşçi’ (The Wrestler) ile Venedik’te Altın Aslan kazanmıştı.

Darren Aronofsky bir önceki filmi ‘Güreşçi’ (The Wrestler) ile Venedik’te Altın Aslan kazanmıştı. Siyah Kuğu ise daha da iddialı bir film, Oscar’lardan en azından en iyi kadın oyuncu ödülüyle döneceği kesin gibi. Film bale dünyasını, bu dünya içinde de özellikle bir genç balerini konu alıyor: Nina’yı (Natalie Portman) bale hayatının en önemli rolünü almanın eşiğindeyken izlemeye başlıyoruz. Nina eğer içindeki kötü kızı açığa çıkarabilirse Kuğu Gölü balesindeki başrolü/başrolleri kapacak. Hem masum ve bakire Kuğu kraliçesi olacak hem de onun yerini almaya çalışan Siyah Kuğu’yu oynayacak. Kuğu kraliçesi olmak Nina için çantada keklik çünkü zaten kendisi de hayatta masum ve mağdur genç kızı oynuyor. Bu rolü sahneye taşımak mesele değil, ayrıca Nina teknik olarak da çok iyi. Ama ya istediğini koparan, baştan çıkaran, rekabetten kaçmayan, cinselliğini istediği gibi yaşayabilen Siyah Kuğu’yu becerebilecek mi Nina? Balenin yöneticisi, emprezaryosu Thomas’nın (Vincent Cassel) kuşkuları var.
Bu noktada Aronofsky’nin Sight & Sound dergisine (Şubat 2011; shf. 35) verdiği röportajda söylediklerine kulak verip, çerçeveyi anlamaya çalışalım. Aronofsky filme kaynaklık eden kitabın tiyatroya dair olduğunu ama bunu baleye dönüştürdüklerini söylüyor. Aronofsky şöyle demiş: “Oyunculuk dünyasıyla bale dünyası birbirinden çok farklı. Fiziksellik var elbette ama balede daha yoğun, daha dışa kapalı, ensestsel (incestuous) bir dünya söz konusu. Oyunculuk gezegende olan bitenle çok daha fazla ilgili. Bale ise çok arkaik.”
Okurlarım ensest kavramını çok kullandığımın farkındadırlar. Aronofsky’ye referans yapmam biraz da bu yüzden: “Bakın ben demiyorum, yönetmenin kendisi diyor!”, diyebilmek için!!! Madem Aronofsky öyle diyor, biz de filmde gördüğümüz ilişkileri aile içi ilişkiler gibi yorumlayalım. Filmdeki bale grubu bir sürü kız çocuğunun babanın favorisi olmak için rekabet ettikleri bir dünyaya benziyor. Baba elbette emprezaryo Thomas. Anne figürü ise birden fazla. Nina’nın hem kendi öz-annesi Erica (Barbara Hershey) var, hem de bale grubu içinde yerinden ettiği, tahtından indirdiği “bale için çok yaşlı” Beth (Winona Ryder) var. Nina’nın asıl annesi de eski bir balerin ve aslında o da Beth gibi, Nina’nın kendisini tahtından indirdiğini düşünüyor. Erica eğer anne olmasaydı kariyerini sürdürebileceğine inanıyor, oysa anne olduğunda bale içi o da çok yaşlıymış. Kısacası hem Beth hem Erica kızlarını bir anlamda rakip gören anneler. Ve de tabii ki asıl büyük rakip olarak kız kardeş kontenjanından Lily (Mila Kunis) de var. Lily de aynı grup için de bir balerin; kız kardeşlik sembolik, gerçek değil. Ama Lily ile Nina bir kız kardeş gibi de benziyorlar birbirlerine. Aronofsky bilinçli olarak benzer oyuncular seçmiş. Nina ve Lily babanın yani Thomas’nın favorisi olmak için rekabet halindeler. Lily, Nina’ya göre hayata, erkeklere, cinselliğe kısacası hemen her şeye dair çok daha büyük bir tecrübeye sahip. Lily, bir anlamda Nina’nın feleğin çemberinden geçmiş ablası gibi. Nina da rolünü her an seksi Lily’ye kaptırabileceğinin bilincinde. Nina hem Lily gibi olmak hem de Lily’yi yok etmek istiyor. İki haftadır seyrettiğimiz küçük erkek kardeşlerin büyümesini konu alan filmlerin (“Dövüşçü” ve “Zoraki Kral”) kadın versiyonu bir anlamda Siyah Kuğu. Ama burada işler biraz daha ters gidiyor açıkçası. Nina bütünleşeceğine bölünüyor, kurt adam öyküsü misali, kuğu kadınlaşıyor. Nina’nın sorunu belki de hem büyümek, babadan/aileden kopmak, kısaca kadın olmak, hem de aynı anda babanın en sevdiği kızı olmak istemesi. Büyümek ve kadın olmak için babadan uzaklaşması gerekirken bir yandan da babasının gözdesi olmaya çalışıyor Nina. Babasının gözdesi olabilmesi için kadın olması, kadın olması için ise babadan kopması gerekiyor. Hem büyümek hem de çocuk kalmak mümkün değil elbette.  Bu gerilim Nina’ya fazla geliyor. Kime gelmez ki?
Siyah Kuğu çok iyi çekilmiş,  çok iyi oynanmış, her şeyin dozu çok iyi ayarlanmış görkemli bir sinema örneği. Kabul, biraz kitsch, belki biraz yüzeysel.  Ama yine de çok etkileyici. Sinemada her zaman bu şaşaayı bulamazsınız!  


İZ PEŞİNDE
İntikam sakatlar!

‘İz Peşinde’ tarihsel bir dönemeçte yayımlanmış ve klasikleşmiş bir romana dayanıyor.  Charles Portis’in ‘True Grit’ adlı kitabı 1968’de çıkmış ve kısa sürede modern Amerikan klasikleri arasında yerini almış; bir yıl içinde de filme çekilmiş. Yani Coen biraderlerinki aynı kitabın ikinci sinema versiyonu. Fakat Coen biraderler John Wayne’in başrolünde oynadığı ilk filmi kale almamışlar. Tarihsel bir dönemeçte yayımlanan roman, Amerika tarihindeki tarihsel bir başka dönemeci anlatıyor: Vahşi Batı’nın bitmek üzere olduğu, nizam ve intizamın egemenliğini ilan etmeye hazırlandığı 1870’lerin son yıllarında başlıyor film. Bittiğinde ise Vahşi Batı bir panayır varyetesine dönüşmüş, geçmişin acımasız ve sert kahramanları ya palyaçolaşmışlar ya da bütün pırıltısını yitirmiş halde yeniden karşımıza çıkıyorlar.
True Grit sözcükleri bir tür sabit fikirliliği, bir tür inanç dolu cesareti temsil ediyormuş. Filmin basın bültenindeki kötü çeviri Türkçesiyle tam olarak şu: “‘True grit’ kelimeleri, Amerikan ruhunun çekirdeğini oluşturan, bir insanın anlaşılmaz olaylarda görebileceği tek amaçlılığı, kendinden son derece emin bir cesareti temsil ediyor.”
Amerikan ruhu! Coen kardeşler bana uzun zamandır bunun peşindeymişler gibi geliyor. ‘Amerikalılık nedir?’in cevaplarını arıyorlar. Bu filmdeki iyi Amerikalılar baştan sakat oldukları gibi, başladıkları noktanın da gerisinde,  daha sağlıksız bir halde bitiriyorlar filmi. Zaten baştan kötü olanların sonu ise kimseyi pek ilgilendirmiyor. Ki zaten ölüyor çoğu.
Mattie, babası acımasızca öldürülen 14 yaşındaki bir genç kız, hatta bir çocuk. Ama Mattie sıradışı bir kararlılığa ve becerilere sahip. Babasının intikamını  almak için müthiş bir ticari yetenekle gereken maddi kaynakları  yaratıyor, intikam almada kendisine yardımcı olacak silahşörü  kiralıyor ve yola koyuluyor.  Bu ikiliye bir de kendini çok beğenmiş, geveze ama naif bir Teksaslı ‘ranger’ kişisel nedenlerle (daha çok parasal) katılıyor.
Peki intikam iyi bir şey midir? İntikam alan kişi, kendisini sağaltmış mı olur yoksa sakatlamış mı? Kaybedilen yani intikamı alınan kişi geri gelmediği gibi, intikam alan kişi de dönüşür. Bir şeyler kazanmaktan çok bir şeyler yitirir. Geride kan ve yeni kayıplardan başka bir şey kalmaz. İntikam imkânsızdır. Coen kardeşler bu filmi neden bugün çekti? Bize neden Amerikan tarihinin 130 yıl öncesine dair bu hikâyeyi anlattılar? Belki de 11 Eylül’ün intikâmı (en azından görünüşte) peşinde koşmanın Amerikan insanını nasıl sakatladığını anlatmak istediler. Ya da bugünün Amerikan kişiliğinin hangi tarihsel koşullarda şekillendiğini göstermeye çalıştılar.
Filmin iki sahnesi var ki söz etmek gerek (Meltem Gürle’ye selam ederek).  Goethe’in “Der Erlkönig”  adlı şiirine gönderme yapan sahnede silahşör Rooster Cogburn yılanın ısırığıyla zehirlenmiş Mattie’yi önce at sırtında sonra kucağında taşıyarak kurtarmaya çalışıyor. Bu sahnenin olağanüstü etkileyici olduğunu, hatta belki de Coen sinemasının en duygusal, en insancıl sahnesi olduğunu söylemek mümkün. Bir de Teksaslı ranger’in yıldızını gösterdiği sahne var. Teşhircilikle, gururun komik bir bileşimi!
Mattie’yi oynayan Hailee Steinfeld önemli bir keşif. Silahşör rolünde Jeff Bridges, ranger rolünde Matt Damon da başarılılar. Coen kardeşler film yapmışsa, seyredersiniz zaten.

KAÇIŞ PLANI
Amerikalı Don Kişot

Kaçış Planı bir Don Kişotluk öyküsü. Karısı haksız yere (aslında bundan filmin sonuna dek mutlak anlamda emin olamıyoruz) hapse atılan bir edebiyat profesörü  karısını hapisten kurtarmak için bir plan yapar. Sıradan bir eğitimcinin son derece iyi korunan hapishaneden bir insanı kaçırması, onu başka bir ülkeye götürmesi, gereken sahte evrakı edinmesi ve maddi kaynakları yaratması pek rasyonel değil. Yel değirmenlerine karşı savaşmak gibi bir şey! Ama yel değirmenlerine karşı savaşanlar insanı insan yapanlar değil mi? Filmin kahramanlarının kaçtığı  ülkenin de bir başka Don Kişot’un Chavez’in ülkesi  Venezuella olması da anlamlı.
Oscar ödüllü Çarpışma’nın yönetmeni (‘Crash’) Paul Haggis oldukça uzun olmasına rağmen merakla izlenen bir film yapmış. Evet, düşününce pek rasyonel değil hikâye ama zaten film irrasyonaliteye, akıldışı davranışa bir övgü. Russel Crowe başrolde.