BirGün’e konuşan SOL Parti Kurucu Üyesi Oğuzhan Müftüoğlu “12 Eylül her şeyden önce 1961 Anayasası ile başlayan ve kısmen de olsa özgürlükçü, laik ve demokratik özellikleri olan bir süreci emperyalist kapitalist sistemin ve büyük sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda tersine çeviren karşıdevrimci bir süreç olarak işlemiştir” diyor.

“Siyasal İslamcı Türkiye” 12 Eylül’de başladı

Yusuf Tuna Koç 

SOL Parti Kurucu Üyesi Oğuzhan Müftüoğlu ile geçen 43 yılın ardından 12 Eylül karşısında devrimcilerin tutumunu, darbenin bugüne değin süren etkilerini ve güncel siyasi sorunları konuştuk. 

12 Eylül darbesi hangi siyasal, ekonomik ve dış dinamiklerin, gayelerin üzerinde şekillendi? Sakız haline getirilmiş “sağ-sol kavgası” darbe açısından gerçekten ne anlama geliyordu? 

12 Eylül’den önce Türkiye’deki sağ partilerden Adalet Partisi (AP) ve özellikle MHP sürekli olarak ordunun idareye el koymasını istiyorlardı. Bu amaçla da büyük karışıklıklar yaratmak amacıyla bir iç savaş başlatmaya dönük kahvehane basmalar, Kahramanmaraş ve Çorum olayları gibi eylemler düzenlediler. O dönemde Kahramanmaraş olayları sonrasında sıkıyönetim ilan edilince mecliste AP ve MHP yöneticilerinin kahkahalarla birbirlerini tebrik ederek bu olayı kutlamalarının resimleri bir ibret belgesi olarak gazetelerde yer almıştı.  

Nihayet 12 Eylül günü darbe yapılınca bir ABD yetkilisinin “bizim çocuklar yaptı” şeklindeki sözleri başka söze gerek bırakmayacak kadar net şekilde her şeyi açıklamaya yeter. Kısacası 12 Eylül emperyalizmin yönlendiriciliğinde yapılan bir darbedir. Bu yüzden bu darbeye hizmet edenler de bilerek veya bilmeyerek onlara hizmet etmiştir.  

Yıllar sonra bir generalin, “o zaman biz kendimiz yapıyoruz zannediyorduk” diye acıyla yakındığını hatırlıyorum, o günleri anlatırken. Belki bazıları onun gibi neye hizmet ettiklerini bilmiyorlardı, ama bedelini şimdi bütün ülke olarak hepimiz yaşıyoruz. 

Solun, Devrimci Yol ve diğer muhalefet unsurlarının darbeye yanıtı bugün artık hatırlanmıyor. Darbe olmuş ve her şey 13 Eylül’de bitmiş gibi anlatılıyor. 

12 Eylül’den bir yıl kadar önce bir darbe hazırlığı yapıldığı görülebiliyordu. Devrimci Yol dergisinde “Amerikancı generaller darbe yapmaya hazırlanıyor” diye yazdık. Bu konuda kamuoyunu, sol grupları uyarmaya çalıştık. 

Darbe ortamını hazırlamaya yönelik eylemlerden kaçınılmasını ve darbeye karşı birlikte hareket edilmesini istedik. Ancak sol gruplar arasındaki rekabet ortamı nedeniyle bu konuda başarılı olunamadı. Bu konuda kendimizce önlemler almaya çalıştık. 12 Eylül’den sonra da bu faşist darbeye karşı bütün gücümüzle mücadele ettik. Kırlarda ve şehirlerde yürütülen mücadelede büyük bedeller ödendi.  

Kendi hikâyemizin yanında, bütün dünyada yüz yıllık sosyalist sistemlerin dağılmasıyla birlikte üstümüze büyük bir karşıdevrim dalgası geldi. 

DARBE SONRASI SÜREÇ DİRENÇSİZ İLERLEMEDİ  

Siz gerek yazılarınızda gerek söyleşilerinizde, 12 Eylül’den bugüne, devamlı bir karşıdevrimci dönüşümü vurguluyorsunuz.  

12 Eylül Türkiye’nin tarihinde derin etkileri olan bir dönem. Burada sadece satırbaşları olarak değinilebilir. 

12 Eylül her şeyden önce 1961 Anayasası ile başlayan ve kısmen de olsa özgürlükçü, laik ve demokratik özellikleri olan bir süreci emperyalist kapitalist sistemin ve büyük sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda tersine çeviren karşıdevrimci bir süreç olarak işlemiştir.  

1982 Anayasası bu gelişmenin en önemli ayaklarından biri. Bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ni “Türk-İslam sentezi” gibi bir ideolojiye dayanarak yeniden yapılandırmaya dönük bir yasal temel oluşturuldu. 

“Komünizmin panzehri” olma adına dinin bir silah olarak kullanılmasının benimsenmesi aslında ABD’nin sosyalist sisteme karşı sürdürdüğü “yeşil kuşak” projesinin de bir parçasıydı. Bu doğrultuda ilk öğretimden başlayarak din dersleri zorunlu hale getirildi. İmam hatipler, Kuran kursları, şirketleşen tarikatların yaygınlaşması teşvik edildi.  

Keza aynı doğrultuda siyasal alanda seçme seçilme ve temsil haklarını daraltan düzenlemeler yapıldı. Sosyalist-sol, muhalif partileri bloklayarak mevcut sistem partileri içinde eritmeyi de amaçlayan yüzde 10’luk seçim barajı getirildi. Partilerde başkanlara tek başına karar alma yetkisi tanıyan hükümlerle bir tür başkanlık rejimi getirilerek zaten sınırlı olan demokratik işleyiş bütünüyle kısıtlandı...  

Elbette ülkeyi bugünlere getiren sürecin o dönemde yapılan kurguya uygun olarak düz bir çizgide ilerlediğini söylemek doğru olmaz. Ne kadar zayıflatılmış olursa olsun ilerici devrimci demokratik güçlerin direnişlerinin yanı sıra, Cumhuriyet kurumlarının kendi çinden karşı çıkışlar, direnişler ve gelgitler de yaşandı.  

Sistem partileri de (bazen kaset skandallarının da yardımıyla) giderek bu sürece uygun değişimler geçirdi (MHP zaten daha 12 Eylül ile birlikte “Turancılıktan” İslamcılığa doğru bir yolculuğa çıkmıştı).  

Arada bir başka önemli aparat olarak şimdilerdeki ismiyle “Fetöcülük” var. O zamanlar kendilerinin hoca efendisiydi! Daha darbe dönemlerinde bütün iktidar aygıtları içine sızdırılarak, (Ergenekon kumpasları, sınav sahtekârlıkları, kaset operasyonları vb yollarıyla) devletin ordusuyla muhalefet partileriyle... içinin oyularak dönüştürülmelerinde büyük bir “hizmet” gördüğü unutulmamalı.  

İşte kısmen de olsa özgürlükçü, laik ve demokratik özelliklere sahip Türkiye Cumhuriyeti “Siyasal İslamcı” bir yapıya bu şekilde dönüştürüldü.  

KARDEŞLİĞE DAYANAN BİR DEVRİMCİLİĞE İHTİYAÇ VAR 

Kürt sorunu, 2010 referandumu… Sol içerisinde tüm bu anlara farklı reaksiyonlar verildi, hâlâ da tartışılmaya devam ediliyor.  

2010 referandumu, liberaller falan çok konuşuldu. Bunları geçelim. Kürt sorununda mesele şu; emperyalizm ve egemen güçler bu sorunun çözümsüz kalmasını istiyor. Çünkü bu sayede faşizmi, ırkçılığı, ayrımcılığı ve her türden gericiliği kışkırtıyorlar ve bundan kendi siyasetlerini sürdürmekte yararlanıyorlar. Çözüm bunların karşısında barışa, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan devrimciliği büyüterek hâkim kılmaktan başka bir yerde değil. 

Bugün, seçim sonuçlarının ardından muhalif kesimlerde ciddi bir umutsuzluğun hakim olduğu bir atmosferde 12 Eylülü hatırlıyoruz. Bu umutsuzluğa karşı mücadeleyi nerede görüyorsunuz?  

Seçimlerden önce yaptığım bütün konuşmalarda seçimlerin kaybedilmesi ihtimalinin dünyanın sonu olmadığını söyledim. Şimdi de öyle düşünüyorum. Muhalefetin hallerini gördükçe belki de iyi oldu bile demek geçiyor insanın içinden. Kaybedilmesinin ana nedeni de bu. Neredeyse kaybetmek için her şeyi yapan bir muhalefet liderliği vardı. 

Bu gün tamamlanmamış da olsa ortada Fuller’in tanımıyla ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ var.  

Bunu görmezden gelerek sadece başkanlık sistemini değiştirmekle, (hatta sadece başkanlık makamını ele geçirmekle) sınırlı bir muhalefet ancak bu sisteme hakim olan egemen güçlerin izniyle başarılı olabilirdi.  

Buna karşı ülkenin ve ezilen geniş halk kesimlerin ihtiyacı olan köklü bir devrimci dönüşüm ise bu konuda kararlı bir irade ve tutarlılıkla, en geniş toplumsal muhalefet güçlerinin aktif ve örgütlü desteğiyle gerçekleşebilir.  

Bu yüzden bu muhalefet bloku kazansaydı da bu açıdan çok fazla değişen bir şey olmayacaktı.  

Bu nedenle umutsuzluğa karşı mücadeleyi mücadelenin kendisinden başka bir yerde aramayalım!  

Seçimlerden önce söylediğimiz gibi, haklarımız ve geleceğimiz için mücadeleye devam! 

***

NATO ORDUSU AMERİKANCI HÜKÜMETE DARBE YAPMAZ 

5 Mart 2011 tarihli Akşam Gazetesinde Gülay Altan’ın Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı söyleşinin 12 Eylül, sol ve askerî darbelerle ilgili bazı değerlendirmelerini yeniden aktarıyoruz. 

“Türkiye sol tarihinin en büyük kitlesel hareketi” olarak tanımlanan Devrimci Yol'u siz nasıl tarif edersiniz? 

Devrimci Yol ’60'lı yıllarda gelişen Devrimci Gençlik hareketinin izinden giderek gelişti. Başlangıçta bu kadar kısa bir süre içinde böyle bir kitleselliğe ulaşabileceğini öngördüğümü elbette söyleyemem. Sol hareketlerin geleneksel hatalarından, taklitçilikten, dogmatizmden kopabildiği, bir de ’70'li yıllarda Türkiye'de yaşanan olaylar karşısında doğru bir siyasi çizgi izleyebildiği oranda başarılı oldu. 

Bu hareketin ve sonuçlarının sorumluluğunun ne kadarı sizin üzerinizde? 

Biz 12 Mart öncesinden kalan bir grup arkadaşla birlikte bu hareketin sorumluluğunu üstlendik. Aramızda bizden daha genç, ’70 sonrasındaki gençlik hareketinden gelen arkadaşlar da vardı. 12 Eylül sonrasında üzerimize gelen saldırıya karşı yeterince başarılı olamadık, hareketin bütünlüğünü ve sürekliliğini koruyamadık. Bu başarısızlığın sorumluluğunun çoğunun bana yüklenmesine itirazım olmaz. Devrimci Yol'un o dönemde elde ettiği başarıda en büyük pay da kuşkusuz bu uğurda hayatını ortaya koyarak mücadele eden on binlerce Devrimci Yol'cuya aittir. 

“İnancımı yitirmedim” diyorsunuz, peki, inancını yitirenler; onlar için ne diyorsunuz? 

İnancını kaybedenler için ne diyebilirim ki? Dünya değişik bir dönemden geçiyor. Bir “değişim rüzgârı” estiriliyor. Gerçek bir devrimci değişim ihtimalinden umudunu kesenler, kimin çıkarına olduğuna bakmadan sermaye düzeninin kendisini “yenilemesinin”, cazibesine kapılıyorlar. Bazıları da yeni iktidar güçlerinin elindeki olanakların cazibesine kapılıyor. 

Bugün solcuların askerle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye'de bütün askerî darbeler sola karşı ve sermaye sınıflarıyla emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Bu gerçekler ortada duruyorken sol adına bir askerî darbeyi savunmanın kabul edilebilir bir tarafı olamaz. Kaldı ki geçmişte gerçekleşen askerî darbeler üzerindeki rolü çok iyi bilinen ABD'de bugünkü koşullarda askerî darbeleri teşvik eden bir politika izlemiyor. Çünkü soğuk savaş dönemi kapandı ve buna ihtiyaçları en azından şimdilik yok. Bu yüzden darbeleri değil AKP tarzı hükümetleri destekliyor. Zaten yakın tarihimizdeki darbe girişimleri bu yüzden başarısız oldu. Bu bakımdan bütünüyle ABD kontrolü altındaki NATO'ya bağlı bir Ordu'dan ABD politikalarına aykırı bir müdahale beklemek de boşunadır. 

ÖDP'nin kuruluşunda ön saftaydınız; Türkiye'nin koşullarının artık o dönemden çok farklı olduğunu söylemişsiniz, nedir o farklar? 

ÖDP'nin kuruluş döneminde Türkiye küresel sermayenin yeni politikaları doğrultusunda bir yeniden yapılanma sürecine giriyordu. ÖDP bu süreç karşısında emek ve demokrasi güçleri için bir birleşik direniş mevzii olabilir diye düşünüyorduk. Şimdi artık bu sürecin sonuna gelindi. CIA'nin eski Türkiye Masası Şefi Fuller'in deyimiyle “Yeni Türkiye –Ilımlı İslam– Cumhuriyeti'ne” dönüşmüş durumda. 

Türk medyasında liberaller üzerinden yürüyen tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye'de geleneksel anlamına uygun liberallerden söz etmenin pek de doğru olmadığını düşünüyorum. Ergenekon davası olsun, AKP karşısında tavır söz konusu olsun, kendi görüşlerine uymayan devrimcilere karşı, bu ülkenin tarihindeki en kanlı katliamlardan sorumlu olan sağ kesime karşı gösterdikleri hoş görünün onda birini gösteremiyorlar. Bugün böyle bir liberalliğin Türkiye'de bu kadar moda haline getirilmesinin nedeni, küresel kapitalizmin ekonominin liberalleştirilmesine hizmet edecek bir “liberal demokrasiye” ihtiyaç duymasıdır. AKP düzeni tarafından bu tür bir liberallik bu yüzden besleniyor. 

BirGün'ü kurarken düşündüğünüz gazete mi bugün yayınlanan gazete? 

Bu soruyu sorarken ne söylemek istediğinizi elbette anlıyorum, bir bakıma haklı bir soru olduğunu da kabul ediyorum ama şimdi başlangıçta benim neyi düşündüğümün artık fazla bir önemi yok. Yapmak istediğinizle gerçekleşen arasında her zaman bir makas vardır. Her şeye rağmen BirGün gazetesinin bugün Türkiye'de yaşanan sağcılaşma karşısında önemli bir misyon üstlendiğini düşünüyorum. Ancak bu önemine uygun bir sahiplenme/ destek bulamadığı ve yeni sağcılığın ideolojik hegemonyasına karşı mücadelede yeterli olamadığı da ortada.