Siyaset Profesörü Jodi Dean: Yeterince cesaretli değiliz

Söyleşi: Yusuf Tuna KOÇ

Amerikalı siyaset profesörü Jodi Dean’in 2016 tarihli Kitle ve Parti (Crowds and Party) kitabı, geçtiğimiz aylarda SOL Kültür tarafından Türkçeye kazandırıldı.

Dean ile kitabın temel sorusu olan siyaset, parti ve kitleler arasındaki ilişkiyi, güncel siyasal konjonktürü, bugünün toplumunda örgütlenme sorununu, devrimsiz ve devrimci partisiz bir dünyayı konuştuk.

>> Kitabınızın odaklandığı sorulardan biriyle başlamak istiyorum. 2010’larda ortaya çıkan meydan hareketlerine ve içerisindeki dönüştürücü potansiyellere odaklanıyorsunuz. Peki, kitleler nasıl siyasal özneye dönüşür?

Bir örnekle başlamak istiyorum. Gezi eylemlerine dair gördüğüm sosyal medya paylaşımlarından birinde “İlk gün çapulcuyduk, ikinci gün eylemciydik, üçüncü gün halktık” gibi bir cümle yazıyordu. Gezi’ye dair en enteresan konulardan biri, bunu hiçbir partinin gerçekleştirmemiş olmasıydı.

Ben Kitle ve Parti arasındaki ilişkiye dair çalışıyorum. En temel argümanım, kitlelerin kendi siyasal görüşü olmadığı, siyaset için bir ihtimal doğurduğu. 2010’lardaki hareketlerde gördüğümüz şeylerden biri insanların hevesi, yüz binlerce kişinin kamusal alanlarda toplanması. Bunun ne anlama geldiği ile ilgili her perspektiften bir fikir sürüldü. Kitabım, anarşistlerin ve radikal demokratların kendiliğindencilik yorumlarına karşı bir yanıt. “Bunlar yalnızca bir yerde toplanmış insanlar, güzel vakit geçiriyorlar, vs.” Hayır, ortada birçok siyasi mesele var, bir siyasal ihtimali, açılımı var. Siyasi örgütlenmenin, partinin rolü bu hareket ne hakkında sorusuna ampirik değil, yönlendirici bir yanıt vermek, kitledeki en doğru enerjiyi bulup onu öne çıkarmak.

Anarşist, radikal demokrat yorumların yanlış olduğunu, insanların kendiliğinden bir şeyler yaptığı, bir özgürlük, kurtuluş ânı olduğu iddiasına karşı çıkıyorum. Kim bundan bir sonuç çıkarıp olumlu bir yöne ittirecek? Temel sorun bu. Siyasal özne konusunda, Alain Badiou’nun “Özne geriye dönük bir etkidir. Özne orada olandır” yaklaşımını benimsiyorum. Öznenin varlığının etkisini sonrasında görüyoruz.

>> Bahsettiğiniz, kitle hareketlerinde bireyi gören, önceleyen, başka bir ihtimali dışlayan anlayış sizce aşırı sağa yol verdi mi? Çünkü bugün görüyoruz ki siyasallaştırmaktan kaçındığınız özneler apolitik kalmıyor, ancak doğrudan öznesi olmasa da kendi heyecanlarını temsil eden siyaset biçimlerine yönleniyor ve 2010’ların başında kitleleri dönüştürmesi gereken sol siyasetlerin başarısızlığı, aşırı sağın temsil radikalizminin önünü açmış gözüküyor.

Yüzde yüz katılıyorum. İlk olarak bir örnek vermek istiyorum. İngilizce konuşan solda dominant yaklaşım, yeterince seçilmiş temsilcimiz olmaması tespitinin öne çıkmasıydı. Evet bu bir sorundu, fakat sorunun doğru tespiti burada yatmıyordu. Sorun anarşistlerin, radikal demokratların muğlak tarifiyle “herkes orada” anlayışında ısrar etmenin amorf toplam içerisinde aşırı sağ potansiyellerin de barındığını tespit edememekti. Demokratların, anarşistlerin göremediği, apolitik insanlar otomatik olarak sosyalist olmazlar, kurtuluş özlemine tutuşmazlar. Olumsuz bir güce de dönüşebilirler, herhangi bir şeye karşı organize olabilirler, faşist-aşırı sağ hareketlerin yükselişinde bunu görüyoruz. Olumlu bir tahayyül gerçekleşmedi, göçmen karşıtlığına, kadın düşmanlığına, Trump ve Bolsonaro’da hatta Kanada siyasetinde de gördüğümüz gibi komünizm karşıtlığına dönüştü. Aşırı sol bir siyasetin eksikliğinde kitlelerin otomatik olarak sola yüz çevirmediğine tanık olduk ve hâlâ bunun sorunlarını yaşıyoruz.

>> Tasvir ettiğiniz partinin birçok görevi, sorumluluğu var; kitlelerin dönüştürülmesi, siyasal alternatifin oluşturulması ve tabi ki devrim. Peki, kitabınızda teorize ettiğiniz parti, bugünün sosyalist partilerinden nasıl ayrışıyor?

Bugün iktidara gelen partiler reformistler, iktidarda kalmak için belli tavizler veriyorlar. Bu bütünüyle olumsuz bir şey demiyorum, küresel emperyalist kapitalist sistem içerisinde belli kazanımlar var. Lula’nın geri dönebilmek için verdiği tavizler ortada ama Bolsonaro’dan iyidir örneğin. Bahsettiğim parti, kitle içindeki insana çözüm sunar. Devrimin yarattığı partiden bahsediyorum, Leninist parti modelinden. Hükümetlerdeki sosyalist partiler genelde reformist. Daha devrimci bir yön için bastırmamız gerekiyor hem kendimizden hem partilerimizden daha fazlasını beklemememiz gerekiyor. Solun büyük çoğunluğu reformist, seçim odaklı partilere odaklanıyor. Peki, eksik olan ne? Eksik olan devrimci parti. Fakat bu gerçek bir çaba gerektiriyor, tweet atmak, eyleme katılmakla olabilecek bir şey değil. Emek yoğun bir süreç. Ekonomik olarak kırılgan kesimlerin bu sürece dahil olması da daha zor evet. Fakat reformist, sosyal demokrat siyasetlere ya da anarşizme takılmaktan daha fazla seçenek olduğunu hatırlamamız gerekiyor, başka bir alternatifi üretmemiz gerekiyor.

>> Bugün sosyalist partilerin karşılaştığı sorunlara dair en çok geçmişe göre daha atomize ve izole olmuş bir işçi sınıfından bahsediliyor. Devrimci parti, neoliberal dünyada nasıl hayatta kalabilir, kendisini nasıl buna uygun şekilde yeniden kurabilir?

Önemli bir sorun. Geçtiğimiz yıl Bolivya’nın eski başkan yardımcısı Alvaro Garcia Linera ile görüşme fırsatı yakaladım. Linera başkan yardımcısı olmadan önce beş yıl hapiste kalmıştı. Ona uzun uzun tam olarak bu sorunlardan, dijital kapitalizmden, izolasyondan dert yanıyordum ve cevabı şu oldu: “Sorun olmayan zaman mı var? Her zaman zordu. Yapılması gerekenler her zaman farklı. Bolşeviklerin de kütle kütle altını yoktu, çalmak zorunda kalıyorlardı.” Yanıtları bulma konusunda yeterince cesur olmadığımız için sorunları fazla abartıyoruz gibi geliyor. Ekonomik engelleri hırsızlıkla aşabiliriz ama sonuçlarıyla mücadele edecek güçte görmüyoruz kendimizi. Emperyalizmin, küresel kapitalizmin ya da dünyanın hızla ısınmasının yarattığı sorunlarla mücadele konusunda yeterince cesaretli değiliz. Yeterince analize sahibiz. Gereken adımı atamıyoruz.

>> Peki, bugünün şartlarına özgü sorunlara dair ne düşünüyorsunuz? Yöntemsel olarak, yapısal olarak bu dönemin partisi nasıl yeniden kurulabilir?

Bolşeviklerin mücadele ettiği şartlar, 1950-60’lardaki şartlardan oldukça farklıydı. Dünyanın birçok yerinde bu dönem refah devletinin farklı versiyonlarına tanıklık etti. Kitlesel işçi hareketleri vardı çünkü sanayileşme işçi kütlelerini yaratmıştı. Fakat Bolşeviklerin zamanında Rusya daha yeni sanayileşiyordu. İşçi yoğunluklu bölgeler Moskova, Petrograd gibi birkaç kentti. Rusya savaşta bir köylü ülkesiydi. İşçiler henüz sendika olarak örgütlenemiyordu. Dolayısıyla o dönemde de bir sınıflandırma sorunu vardı. Köylü örgütlenmesi başlıbaşına bir sınıflandırma, bölümlendirme meselesiydi.

İkinci olarak, komünizm örgütlenmesi hiçbir zaman sadece fabrika örgütlenmesi olmadı. Gıda için, insani yaşam standartları için de örgütlenilir. ABD’de, İngiltere’de 1930’larda ve 40’larda bu şekilde örgütlendi komünistler. Açlık yürüyüşleri gerçekleştirdiler. Apartmanları işgal ettiler, kiracı örgütlenmeleri kurarak insanların evlerinden atılmasının önüne geçtiler, gıda kooperatifleri kurdular. ABD’de ırk ayrımına karşı mücadele örgütlediler. İşçi sınıfı örgütlenmesinin temel olarak fabrikada örgütlenme olması gerektiğine dair inancın, mitin yıkılması gerek. Her zaman farklı, çoklu mücadeleler içerisinde örgütlenildi. Lenin Ne Yapmalı’da parti gazetesinin polis şiddetini ifşa etmekle de sorumlu olduğunu yazmıştı. Hem bir kitle iletişim aracıydı hem de bir ifşa. Komünistlerin örgütlenebileceği birçok farklı mücadele biçimi var.

Üçüncü olarak, hizmet sektöründeki işçilerin örgütlenmesinin ciddi potansiyel barındırdığını düşünüyorum. ABD’deki Starbucks, Amazon işçilerinin örgütlenmesi gibi. Fakat aynı zamanda görünmez emeğin, düşük ücretli kayıtsız emeğin örgütlenmesi de. ABD’de siyah komünist kadınlar ev içi emeğin örgütlenmesi konusunda önemli tecrübelere sahipler. Örgütlememiz gereken işçilerin fabrika işçisi olması gerektiği konusunda bir takıntıya saplanmamalıyız.