Belki başlık bile durumu tam olarak ifade etmiyor. O kadar toz duman içindeki memleket, göz gözü görmüyor. Memleketin nabzını tutmaya, olup bitenleri anlamlandırmaya çalışan yabancı meslektaşlarımızın boş boş bakan gözlerine karşı, "Dert etmeyin" diyorum

Belki başlık bile durumu tam olarak ifade etmiyor. O kadar toz duman içindeki memleket, göz gözü görmüyor. Memleketin nabzını tutmaya, olup bitenleri anlamlandırmaya çalışan yabancı meslektaşlarımızın boş boş bakan gözlerine karşı, "Dert etmeyin" diyorum, "Olup biteni anlamayan sadece siz değilsiniz, biz de pek anlayamıyoruz".

Şimdi, "şaka bir yana" deyip devam edeceğim ama, vallahi şaka değil. Üstelik, solcular açısından işin hiç şaka kaldırır tarafı da yok!

Milyonların birbiri ardına "cumhuriyeti" ya da "hayat tarzlarım", belki de "geleneksel ayrıcalıklarını" korumak adına sokaklara döküldükleri; o dökülmenin kimi mimarlarının Batı karşıtı ve demokrasi dışı eğilimlerini dışa vurdukları; dışa vurulan bu yüzün Batıcı, AB'ci, NATO'cu, IMF'ci partileri birleşmeye çağırdığı; olağanüstü bir coşkuyla birleşenlerin "kusura bakmayın birleşemedik" diye özür diledikleri; birleşemeyip işbirliği yapanların, adaylar belirlendikten sonra "size sevdanın yolları bize kurşunlar" türküsü çağırmaya başladıkları; CHP Genel Başkanı'nın belki tarihte ilk kez Süleyman Demirel'i Güniz So-kak'taki evinde ziyaret ettiği; solcuların sağ partilerden sağcıların sol partilerden aday olduğu şu seçim sath-ı mailinden daha toz duman bir sath-ı mail gördünüz mü hiç?

İnsanın içi acıyor. Soldan siyaset yapanların yukarıdaki manzarayı gösterip söyleyebilecekleri, söylemeleri gereken o kadar çok şey var ki. Peki, söyleyebiliyorlar mı? Birlikte yaşamı savunanların, kökten piyasacı partilere karşı neo-liberalizmin ipliğini pazara çıkaranların, darbeye de şeriata da aynı kararlılıkla karşı çıkanların, kısacası işte şimdi ve tam da bu toz duman ortamında konuşması gerekenlerin sesini duyabiliyor muyuz? Seçim sath-ı mailinde, tozun dumanın içinde boğulmamak için gözünü ve kulağını açmış "benim işçim, benim köylüm, benim memurum, benim esnafım, benim emeklim, benim dul ve yetimim", velhasıl ezilip büzülenleri memleketin, o sesi duyabiliyorlar mı?

Bu soruların yanıtını kendi kendinize verin. Dün gazetenin sol alt köşesinde bir haber vardı: "ÖDP'de çözüm 9 Haziran'a kaldı" diyen. Memleketin sorunlarına çözümü olmayanlar, o sorunları yaratanlar hatta, işçinin köylünün, dulun yetimin peşine düşmüş "çözümlerini" anlatıyor, ÖDP tavrını netleştirmeyi 9 Haziran'a erteliyor! Uzun yazmayı seven arkadaşlar bile "Şakul bozuk" deyip kısa kesiyor. Canları sıkılıyor. "Niye canın sıkılıyor ki?" diyeceklere de Gaffurca cevap veriyorlar: "Anladınız siz onu!"

Siyaseten başarı ve toplumsallaşabilmek, doğruyu söyleyenlerin, doğru zamanda, doğru eylemle doğru yerde olmasını da gerektiriyor. Doğruyu söyleyen solcular, şimdi o doğruları memlekete anlatacakken, enerjilerini kendi içlerinde tüketiyorlar.

Biz bize konuşup dururken, "Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası" da polise "süper yetkiler" veren bir tadilattan geçiyor. Bir kısım "solcular", demokrasi için "umut" olarak görüp içine atladıkları AKP'nin bu son dakika "demokrasi hamlelerini" içlerine sindire dursun, bu türden hamleleri teşhir etmesi gerekenler kendi kendileriyle tartışmaktalar hâlâ.

Siyaset kuşkusuz yalnızca Meclis için ve orada yapılan bir şey değil. Ama bir siyasi partinin Meclis'te başarıyı hedeflememesi de olacak şey değil. Baykal, "Demek ki Türkiye o denli hassas bir noktadan geçiyor" diyerek, bir CHP genel başkanının tarihteki ilk "Demirel'i evinde ziyaref'ini gerçekleştiriyorsa; bırakın aynı partiyi, farklı partilerdeki sosyalistlerin aralarındaki ayrılıklar bile 23 Temmuz'a ertelenemeyecek kadar büyük olamaz.

Keşke, Baskın Oran gibi Meclis'te ezber bozacak birkaç gerçekten bağımsız demokratı seçtirebilmeyi solun ortak başarı hanesine yazdırabilsek!

Oysa biz, hâlâ ortalığı tozutuyoruz. Acaba, diyorum, bizim bu hallerimiz, sosyal ya da siyasal bilim alanları dışında bir yerde; mesela psikoloji, psikiyatri alanında mı konulşulmalı artık. Gazetenin psikiyatri profesörü yazarı Selçuk Candansayar ne güzel yazmıştı dün: "Birlikte çıkılamayan yolculuklar kaybolma riskini içerir."