Bu yüzden tekrar tekrar isimlere sıkıştırılmış tartışmaların, yalnızca gündelik hayatımızdaki sorunlarla değil, o kutsal seçim “anlarında” gerçekte nasıl kaybedildiği ile de hiçbir ilgisi yok.

Siyaset yapmayı bırakmak

İlda Alçay Sepetoğlu - Araştırmacı

Seçimlerin ardından 4 ay geçti, fakat toplumun pek çok farklı kesiminde tartışmalar devam ediyor. 14 Mayıs öncesinde AKP’yi yenme ve ülke genelinde bir değişim hedeflenirken, tartışmanın odağı artık CHP içindeki bir değişime -koltuk değişimine- dönmüş durumda. Öyle ki hemen seçim öncesine kadar yol arkadaşı olduğunu söyleyen gruplar, ittifaklar bugün birbirine karşı bir mücadele yürütüyor. 

Ama burada temel bir sorun ortaya çıkıyor; yenilginin ardından atılacak adımların ve AKP’yle mücadele biçimlerinin –hâlâ– CHP’de yaşanacak değişime bağlanması ve “kurtuluşun” değişen parti kadrolarında ve liderlerde aranması.  

Bu mesele tali bir mesele değildir. Bugün yaşadığımız açmazın, seçim sonrası hüsranın da nedenidir.   

Çünkü özellikle CHP ve liderlik ettiği muhalefet tarafından, gayet bilinçli bir şekilde, toplumsal muhalefeti kontrol altında tutmak için grevler, eylemler, farklı direniş biçimleri, tıpkı iktidarın yaptığı gibi antidemokratik olarak yaftalandı. Sokak adeta öcü olarak kodlandı. Nerede biriken bir öfke varsa ona karşı “sükûnet” çağrısı yapıldı. Düzeni, gündelik hayatımızı dönüştürme potansiyeline sahip tüm mücadele biçimleri, yöntemleri reddedilerek, bütün umutlar ve ihtimaller bir “âna” hapsedildi. Sandık siyaseti tek ve yegâne kurtuluş olarak sunuldukça, toplumsal muhalefet de her geçen gün ortadan kayboldu.  

Böyle davranmaları bir tesadüfler zinciri değil elbette. Kılıçdaroğlu ve ekibi de aslında hep bu düzeni, AKP’ye özgü anomalilerinden arındırarak devam ettirmeye gönüllü olmuşlardı. “Bize güvenin sokağa çıkmayın biz değiştireceğiz” çağrıları bu yüzdendi. Dahası yine oldukça bilinçli bir şekilde hemen her açıklamasında artık sağ-sol bitti diyerek yaşanan ekonomik krizin ve toplumsal bunalımın faturasını iktidar değişimine kesti. Böylece meseleyi yalnızca değişmesi gereken otoriter bir lider ve rejim olarak ele aldı.  

Oysa AKP’yle mücadele hiçbir zaman basit bir iktidar değişikliği meselesi değildi. AKP aynı zamanda adım adım rejim inşa etmiş bir parti olarak, kendisinden önceki sağcı iktidarlardan ontolojik olarak farklıdır.   

Bu yüzden AKP’yi yalnızca otoriter bir rejim olarak görmek, hem rejimin bütün sınıfsal karakterini, onlara ortaklık eden cemaat ve tarikat bağlarını, destek aldıkları ulusal ve uluslararası sermaye gruplarını yok saymayı hem de onunla mücadelenin araçlarını da baştan kısıtlamak anlamına geliyor. Böyle bir anlayışın, seçimleri kazansa dahi bu rejimi değiştirebilmek için gerçekçi bir şansı yoktu. Solun seçimlere dönük beklentileri bu noktada ayrışıyordu. AKP yalnızca 4 yılda bir sandığa gitmek için hareket edilerek yenilemeyeceği gibi, seçimin ardından da devlet ve toplum içerisinde gücünü tahkim ettiği tüm bu gerici dinamikler ile mücadele etmeden, gerçek anlamda yenilemezdi. Seçim sonuçlarının farklı olduğu bir ihtimal içerisinde bile sonrasına ilişkin çok ciddi bir direnç ve bu dirençle mücadele gerekiyordu. Bunun öznesi de elbette CHP ya da diğer düzen içi muhalefet aktörleri değil, toplumla canlı bağlar kuran bir toplumsal muhalefet olabilirdi. Dolayısıyla seçim anına nasıl gidildiği, nasıl çıkılacağı için de belirleyici olacaktı. Bu yüzden tekrar tekrar isimlere sıkıştırılmış tartışmaların, yalnızca gündelik hayatımızdaki sorunlarla değil, o kutsal seçim “anlarında” gerçekte nasıl kaybedildiği ile de hiçbir ilgisi yok.  

Temsil yeteneğini yitirmiş adeta bir şirket yöneticisi gibi kişisel çıkarlarını herkesin ve her şeyin üstünde tutan parti liderleriyle yol alınamayacağını bir kez daha gördük. CHP’deki tartışmalar toplumsal değişimi halkın talepleri doğrultusunda aşağıdan yukarıya bir inşayı öncelemiyor. Dolayısıyla gerçek anlamıyla siyaset yapma niyeti de yok. Kültürel hale getirilmiş söylemler içerisinden seçim yapılarak, kadük bir popülizme niyetleniliyor. Düzenin verili, yukarıdan aşağı tanımlanmış, kültürel kodlu siyaset alanı içerisinde sağa mı sola mı gidildiği, bizim hayatımıza dair bir şey söylemediği gibi, böyle bir siyaset alanında Erdoğan’ın kazanmayacağı bir denklem de yok. 

Buna karşılık toplumun önemli bir kesiminde yükselen bir öfke olsa da bir arada durma hali ve ortak irade geliştirme eğilimleri oldukça zayıf. Daha doğrusu bunun bütünlüklü bir çerçevede yolunu bulabilmesi için bir zemine sahip değiliz. Bu yüzden bu noktadan sonra artık yüksek seçim siyasetinin gürültüsüne aldanmadan, yüzümüzü doğrudan, dönüştürücü bir siyasete döndürmeliyiz. Seçim sonuçları hem Erdoğan’ı reddeden yüzde ellinin gösterdiği üzere iktidarın meşruiyet ve devlet krizini ortaya çıkardı, hem de toplumsal mücadeleyi omuzlayacak bir siyasal seçeneğin düzen içinde karşılık bulabileceği bir adres olmadığını. Hayat, başka bir denklemi mecbur kılıyor. Bu da sola ve geleceğimize yönelik tarihsel bir çağrı. Düzen içi partilerin daha az eskimiş kadrolarına değil, düzenin kökten değişimi için sokakları örgütleyen, halkın sorunlarını toplumsallaştıran bağımsız devrimci bir hatta ihtiyacımız var.