Millî irade kavramının ucu sanki Rousseau’ya, onun ‘genel irade’sine de bağlanıyormuş gibi. Ama bizde ‘yerli ve milli’ imaları da var. O nedenle büyük düşünürlerden ziyade millî iradenin seçtiği keramet sahibi siyasal liderlere gönderme yapıyor

Siyasete katılma ve millî irade

GÖKHAN ATILGAN*

Siyasete katılma yönünde büyük bir istencin ortaya çıktığı, bu istencin de zorbalıkla bastırılmak istendiği bir zamanın ortasındayız. Öyleyse, ‘siyasete katılma’ sorunsalıyla ilgili bazı temel yönleri hatırlamanın tam zamanı şimdi. Şimdi, Türkiye siyasal hayatında tılsımlı bir tahta kurulmuş bulunan ‘millî irade’ kavramını sallamanın da tam zamanı.

Sanki tartışılamayacağını, tartışılmaya cüret edildiğinde bütün bir millete saygısızlık etmeye yeltenilmiş olacağını sandığımız bir tabu, millî irade dediğimiz. Çok partili siyasal hayata geçildiğinden beri yeriden kımıldatılamamış bir put. Bir ‘şey’ aslında, bir ‘fetiş’. Ve bu şey, siyasete katılmanın tek bir yolu olduğunu söylüyor bize. Zira daima sandık ile anılıyor. Sandıktan çıkıyor, meselâ. Sandığa gidilirerek zuhur ediyor

En üstün irade o; bütün iradelerin kendine tabi olmakla mükellef olduğu bölünmez, paylaşılmaz, devredilmez, tartışılmaz ve hikmetinden sual olunmaz bir irade. Vaktiyle Bodin’in dediği üzre, “Tanrı gibi”. ‘Gibi’ önemli. Çünkü tanrıdan farklı olarak bedeni var, ama bu beden zaman zaman değişebiliyor, üstelik değiştiren de sefil kullar.

‘Millî irade’, bize uzak bir yerde sanki. Ama bizim kendi mülkümüz. Bizim üstümüzde sanki. Ama ne tuhaf onu şahikaya oturtan da biziz. Bize buyuran o. Ama bir yandan bizim buyruğumuz. Peki nasıl yaratıyoruz onu? Önümüze konan sandığa kapalı bir zarfı bırakarak. Peki ne süreyle? Allahtan bir zeval gelmezse dört yılda bir. Demek ki yaratması kolay da, yerinden oynatması hayli zor.

Tekrarlaya tekrarlaya ezberledik; iradeni dört yılda bir sandığa söylüyorsun, sonra tüm sandıklar birleşiyor ve hepimizi içine alan, hepimizin olan bir iradeyi meydana getiriyor. Böylelikle siyasete katılmış oluyorsun. Hakkın olan demokratik görevi yerine getiriyorsun, sonra onun sana neler getireceğini sabırla bekliyorsun. Ne getirirse de razı oluyorsun. Sen bir kere konuşuyorsun, o bir kere susuyor.

Demek ki neymiş? Siyasete katılmanın bir tek yolu varmış, o da iradeni söylediğin ve böylelikle en üstün iradenin oluşmasına katıldığın millî iradenin belirdiği anda orada, sandığın başında bulunmak.

Millî irade kavramının ucu sanki Rousseau’ya, onun ‘genel irade’sine de bağlanıyormuş gibi. Ama bizde ‘yerli ve milli’ imaları da var. O nedenle büyük düşünürlerden ziyade millî iradenin seçtiği keramet sahibi siyasal liderlere gönderme yapıyor. Bunun sebebini yine Ruousseau’da ya da Sieyès’de aramalıyız. Zira, millî iradeyi milyonlarca insandan mürekkep milletin kendisi dillendiremeyeceğine göre, ona bir ses, bir beden lâzım. O da bir kişi olabilir ancak. O kişi, başına millî irade hâlesini geçirip yürümeye başladığında sanki millet yürüyor. Ya da o kişi ‘yürüyen millet’ oluyor. Zihni milletin zihni, dili milletin dili. O zihinden çıkan fikre, o dilden çıkan sözcüğe karşı çıkınca millete karşı çıkmış oluyorsun. Diyelim ki fark ettin bir an; bu zihin benim gibi düşünmüyor, bu dil benim gibi söylemiyor artık. Ona mahkûm değilsin ki. Demokrasinin güzelliği de burada zaten! Sandık zamanını bekliyorsun, gelince çıkıyorsun evden, değiş iradem diyorsun, değişiveriyor. Senin gibi söylemeyen gidiyor, senin gibi düşünen geliyor.

Meseleyi böyle ortaya koyunca, her şey ne kadar huzurlu, aheste, normal ve doğal. Ama dümdüz sorunca ‘milli irade nedir?’ diye, istediğin kadar ‘bak dur’ bir anlam veremiyorsun. Gelin ‘TeDeKe’ yerine değerli siyaset bilimcimiz Münci Kapani Hocamızın sözüne kulak verelim. 1

Münci Hoca, millî irade konusunda dikkatimizi üç noktaya celbediyor. Bir: Millet dediğimiz geçmiş ve gelecek kuşakları içine alan soyut bir varlık. İrade ise ancak gerçek kişilerde bulunabilecek somut bir özellik. Öyleyse millî irade dediğimiz şey, toplumsal gerçeklikle alâkasız bir yapıntı.

İki: Madem milletin iradesi diye bir şey olmaz, o zaman sandıktan çıkan irade milletin şu anda yaşayan kısmı olan ‘halkın iradesi’dir deyip kavramı kurtarabiliriz der isek, yine yanılmış oluruz. Zira halk iradesi dediğimiz de nihayetinde kişisel iradelerin toplamından başka bir şey değil. Kaldı ki, ‘halk’ da, yurttaş kitlesinin tümünü ifade eder. Tümünü derken, çocukların, kısıtlıların, reşit olmayanların da dahil olduğu bir tümlük. Oysa seçimde irade beyanında bulunan sadece halkın seçmen olan kısmı, seçmen kısmının da oy vermeye giden bölümü, oy vermeye giden bölümünün de oyu geçerli sayılan parçası. Demek ki halk iradesi demek de millî iradeyi kurtarmaya yetmiyor.

Üç: Hadi millî iradeyi kurtarmak için ona halk iradesi deyip düzlüğe çıktık, diyelim. Ama bizi gene dik bir yokuş bekliyor. Zira millî irade ile seçmenin siyasal tercihi arasında da genellikle uçurum beliriyor. Türkiye’de bunun örneği gani ama, bir misâl vermemek de olmaz. 2002 milletvekili genel seçiminde AKP’nin aldığı oy yüzde 34,3. Parlamentoda temsil oranı ise yüzde 66! Bir de zihniyet çoğulcu değil çoğunlukçuysa, o yüzde 66 oluverir yüzde 100, üstelik. Barajla milletvekilileri çalınan, çalınan milletvekillerinden ötürü alacağı devlet yardımları cebe indirilen partilerin olduğu bir sistem de varsa, millî irade dediğin ancak bir efsaneden, metafizik kavramdan ibaret. Ama ne tuhaf, insanın kendi yarattığı bir efsane, insanın kendisine hükmediyor!
Yine de küçümsemeyelim. Gerçekte ‘temsilî irade’ olan ‘millî irade’, bir şehir efsanesi olsa da, genel oy hakkının ardında ve içinde toplumsal mücadeleler tarihinin yattığını bilerek seçimlere, sandığa kıymet verelim. Oy vermek, seçimlere katılmak siyasete katılmanın önemli bir biçimi çünkü, ana yollarından biri. Gelgelelim, büyük yanılsama onu siyasete katılmanın yegâne biçimi olarak görmekte yatıyor. Şöyle söyleyelim; sandığa gitmek siyasete katılmanın yollarından sadece biri, kendisi değil. Önemli bir yol hatta, ama tek yol değil. İşte bu yüzden ‘millî irade’yi silkeleyelim ki, siyasete katılmanın diğer biçimlerin yanına insin, kendini biricik sanmasın.

Siyasete katılmanın öyle çok biçimi var ki, her biri kıymetli, her biri işlevli. Cem Eroğul Hoca, hukuk düzeninin açıkça öngördüğü ve yasaklamamakla yetindiği onlarca biçimden söz ediyor, örnekler veriyor. Nasıl ki sandığa elimizle oy atmak siyasete katılmanın bir biçimiyse, meydanlara ayaklarımızla çıkmak da siyasete katılmanın aynı kıymette bir başka biçimi. Örgütlü ve örgütsüz, bireysel ve toplu, aktif ve pasif biçimlerin tümü de amaca göre kullanıldığında iki seçim arasında siyasete katılmanın etkili ve sürekli yolları. Katılanların iradesini dillendiren, temsilî iradeyi uyaran, eleştiren biçimler. Aslında içeriğinden çok adına meftun olduğumuz demokrasiye can taşıyan kan damarları belki de.

Siyasete katılmanın kapılarını açmada, yollarına çıkmada en büyük çıkar ezilenlerin. Nedeni, devletin işlevleriyle alâkalı. Bu işlevleri dupduru açıklayan da yine Cem Eroğul. Devletin birinci işlevi, toplumun ortak çıkarına hizmet etmek. Yani devlet pastayı mümkün olduğunca büyütecek. İkinci işlev, egemen sınıfın çıkarına hizmet. Yani devlet, pastanın iri dilimlerini egemen sınıflara dağıtacak. Üçüncü işlev, devletin kendi çıkarına hizmet. Yani devlet, ilk iki işlevi görebilmek için gerekli araçları ve imkânları edinecek, pastanın en hoş dilimlerinden kendine de ayıracak. Lâkin üçüncü işlevle ötekiler arasında hasas bir bağ var. Devlet kendi çıkarına hizmet işlevini uçlara doğru götürünce toplumu ezmeye yönelebilir. Hobbes’u imdada çağıralım ve onun diliyle söyleyelim; bir Canavar haline gelebilir. Bu korkunç ihtimali bertaraf edecek olan şey ise siyasete katılma. Toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler siyasete ne kadar sık, ne kadar çok, ne kadar değişik yollarla katılırlarsa devleti birinci işleve o kadar zorlayabilirler. Birinci işlev derken, toplumun ortak çıkarına hizmet işlevi yani. Öyleyse siyasal katılma, devleti kamu yararına çekmenin “büyülü anahtarı” Eroğul’un deyimiyle; Canavarı dizginlemenin en gerçekçi yolu.

Beklenen finale geldik sayılır, hadi biraz daha sabır.

Bir iktidar, ikinci ve üçüncü işlevlere ne kadar düşkünse, demek ki, siyasal katılmanın yollarını o kadar tıkar. Yani kendisinin ve egemen sınıfın çıkarlarını daha çok gözetmeye, daha çok büyütmeye ne kadar meyyalse toplumun çıkarlarına o kadar çok sırt çevirir. Bunun için de siyasete katılma yollarını girilmez kılar.

Peki, siyasate katılmanın yolları hangi biçimlerde kapatılabilir? Kâlû belâ’dan beri bunun etkili yolu korkutmak. Zira korkutulan ve can güvenliği elinden alınan insanın siyasete katılmak bir yana iradesini güçlü bir lidere teslim edeceği varsayılır. 20 Temmuz’da Suruç meydanında, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda devleti birinci işlevine daha çok yönlendirmek için meydana çıkanların canı alınmadı ki sadece. Meydanlara çıkmanın, siyasete katılmanın yolu da tıkanmak istendi. Ankara Garı’ndaki o feci resim bize, korkup mukteride teslim olacağınıza, cesaret edip siyasete daha çok katılın diyordu, oysa. O sese kulak verildiğini, daha da çok verileceğini gören bir muhterem, gar meydanına hayli uzak bir başka meydanda boşuna mı ‘Beyaz Toros’ lafını döktü nurlu dudaklarından. Gar meydanında vurulanların ‘siyasete katılın’ çağrısına uyanlara ve uyacak olanlara bir mesaj vermek istedi. ‘Garda öldürülen bedenler meydana döküldü, Toroslar ölü bedenleri meydanlardan kaçırıp meçhul yerlere saklamaya yarar, unutmayın’ demeye getirdi.

Yukarıda siyasete katılmanın biçimlerine hukukça yasaklanmamış tüm biçimlerin dahil olduğunu söylemiştik. Muhteremin verdiği mesajın akla getirdiği biçimin hukukça yasaklandığını kim söylemiş? Tehditkâr kişiyi Beyaz Toros bagajında Ankara yolculuğuna uğurlamak, arkasından bir helke de su dökmek siyasete katılmanın hoş bir biçimi olamaz mı?

1 Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, 20. basım (Ankara: Bilgi, 2007), 83-85.
2 Cem Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, 2. basım (Ankara: İmge, 1999).

* Ankara Üniversitesi