‘Siyasetin ar damarı’ ideoloji
Fotoğraf: AA

Prof. Dr. A. Raşit KAYA

Doğan Tılıç, BirGün’deki kısa ama önemli yazısında (20.02.2024) ilginç değinmelerle, haklı olarak “siyasetin ar damarının” çatlamasından yakınıyordu! Sözlüklerde bunun anlamı “utanç duyulacak şeylerin hiç sıkılmadan, pervasızca yapılır olması” diye yazılı. Yine Tılıç, çevresinin nabzını dürüstçe yansıttığını düşündüğü “semtlerinin berberinin artık kimsenin fikre baktığı yok” saptamasını da aktararak bunun önemli (bir) nedenini siyasetteki “aşırı profesyonelleşmeye” bağlıyor. Bu saptama bir bakıma dolaylı anlatımla “siyasetin” uğraş olarak metalaşmasını da ilan etmek demektir. Böyle olduğu için de siyasetin kimi aktörleri kostüm değiştirir gibi etkinlik “etiketlerini” (siyasi partilerini) değiştirebilmektedirler. Böyle etiket değişiklikleri ise çok kez savunulan dünya görüşünden/ideolojiden de vazgeçmek demektir. Yerel siyasetin özellikleri de bu devrana önemli ek katkılar sunuyor. Sonuçta en son çözümlemede, siyasetin, siyasal yaşamın bizzat kendisi, parçası oldukları toplumun bireylerini/yurttaşlarını, Tılıç’ın da işaret ettiği gibi, gerçek anlamda “siyasetten” uzaklaştırıyor.

Ayrıntılı irdelenmesi gazetelerdeki bir köşe yazısına tüm öğeleriyle sığmayacak bu karmaşık olgu, en yalın bir anlatımla, toplumların çeşitli ve birbirlerinden farklı katmanlarının davranışlarını yönlendiren siyasal, hukuksal, felsefi, dinsel vb. düşünceler bütününü de söz konusu toplumun maddi temeline egemen olan dar bir kesiminin düşüncesine yaklaştırır, yönlendirir. Başka bir anlatımla dile getirirsek, egemen “ideolojiden” nesnel konum ve çıkarları itibariyle uzak olanlar da böylece egemen ideolojinin kıskacına alınır!

Post Modern dönem ve durum olarak da vaftiz edilen, çağımızın “küreselleşme” olarak ilan edilen ortamında bir yanda “ideolojilerin öldüğü” tumturaklı sözcüklerle ilan ediliyor; öte yanda egemenlerin ideolojileri, paradoksal olarak, “doğal durum/yazgı” olarak sunuluyor! Kısacası, her şeyin mubah görülebileceği bir laf kalabalığı ortamı oluşturulup, her şey olabilir de denilerek yoğun bir kara propaganda süreci sürdürülmekte.  Böylelikle hiç bir bağlaşım/tutarlılık kaygısı aranmadan “kitleler iğfal” edilebilmektedir. Çünkü gerçeklerin çarpıtılarak sunulabildiği yerlerde güçlü bir karşı propaganda oluşamıyorsa fiilen sunulanın etkilerinden sıyrılıp, kurtulmak hiç kolay değildir. Etkili karşı propagandanın dayanağı ise alternatif bir ideolojiye dayandırılıp, dayandırılamamasıdır.

Geniş kitleleri baskılayan ortamın, kıskacın temel kaynağı ilk anda sanılabileceği gibi, salt kaba fiziksel güç değildir. Gerçek etmen egemen ideolojinin sınırlamalarını aşabilecek bir alternatif düşünsel ortamın oluşturulamamasıdır. Bu durumu olanaklı kılan çeşitli etmenler içinde günümüzün genel medya ortamının çok büyük bir rol ve payı vardır. Çünkü küreselleşme retoriğinin vaatlerini kendi yaşam pratiklerinde bulamayan ve bulamayacak olanlara bunlar sanal ortamda medya tarafından sunulmaktadır. Artık evde tahta sedirleri üzerine uzanarak tv izleyen “büyükbabalar” İngiltere Kralının sıkıntılarına tanıklık edebilmekte, delikanlılar ise dünyalar güzeli film yıldızlarının “mahremiyetlerine” kolaylıkla adım atabilmektedirler. Bir bakıma toplu yaşamın sunabileceği/sunduğu şeylerin böylece herkesçe paylaşıldığı ve paylaşmaya devam edilebileceği duygusu oluşturulmaktadır. Durum gerçekten böyle olmadığı halde, artık yaşamda ideolojik “saplantılara” da yer olamaz, olmamalıdır denilebilmektedir. Çünkü herkesin “nasibine” kavuştuğu ya da kavuşabileceği telkin edilebilmektedir.

Ayrıca, arzulanan doğrultuda bir “bilinçli farkındalık” oluşturulabilir ise, istenilmeyen amaçlar için yürütülen, yürütülmek istenilen etkinlikler de kolayca “suç” gibi nitelenerek “kriminalize” edilip, yasaklanabilir. Böylelikle, genel gidişe uymayanların da doğru yola getirilmeleri için cezalandırılmaları meşrulaştırılabilir.  Bunu olanaklı kılan temel etmen ise yine medya ile, medya sayesinde oluşturulan sanal ortamdır.

Günümüzün yadsınamayacak önemli bir gerçeği olarak iletişim alanındaki hızlı teknolojik gelişmeler içinde yaşadığımız sosyal formasyonları giderek çok daha fazla karmaşıklaştırıyor.  Eş zamanlı olarak da toplumlarda egemen durumda olan belirli varsıl katmanlar da medya alanındaki varlık ya da denetimlerini bilinçli ve sistematik olarak giderek artırmakta, pekiştirmektedirler. Süreç içerisinde, özellikle 1980’ler sonrasında, medya alanına yatırımlar yapan sermayenin kompozisyonu da köklü bir biçimde değişmiştir. Bankacılık, müteahhitlik vb. sektörlerle bütünleşen medya kuruluşları artık salt yayıncılıkla yetinmemekte, toplumun her alanına el atmaktadırlar. Varılan nokta kaçınılmaz olarak “gazeteciliğin” tükenmesi “medyacılığın” egemenliğidir. Sonuç ise “ar damarının çatlamasıdır”.

İşte bu nedenle, hâlâ gerçek gazetecilik yapabilen medya kuruluşlarının yaşatılması çatlayan ar damarlarının onarımı için vazgeçilemeyecek bir önem taşımaktadır. Yine bu nedenle devranın değiştirilmesi için umut olabilecek medyanın ne dediği kadar, nasıl dediği de çok önemlidir. Hem iletilerin içerikleri hem de bu içeriğin nasıl sunulduğu, okurlara, izleyicilere nasıl aktarıldığı da özel bir duyarlılık gerektirir.  Ne yazık ki esasen sayısı da çok az olan ve böyle bir sorumluluğu üstlenen mecraların içeriklerini üretenlerin bir bölümünün gereken duyarlığı yeterince gösterebildiği rahatça söylenemez.

Gerek yazılı gerekse sözel/görsel medyada, çoğu kez “bilgiçlik taslama” dürtüsü/tutkusu ile lafı dolandırıp, uzatanlara çok kez tanık oluyoruz. Özellikle görsel medyada meslekten sunucuların bile el/kol hareketleri, yüksekten su dolu bir kuyuya düşmüşçesine kulaç atar gibi el/kol oynatarak çırpınışları ve/veya yüz-göz mimikleri ile dikkatleri asıl temadan uzaklaştırmaları hangi motifle yapılıyor olursa olsun üstlendikleri sorumlulukla hiç bağdaşmıyor!

Bir de giderek yaygınlaşan Whatsapp ve benzeri “öze özgü” mecraların sunduğu “ biz bizeyiz zannıyla salla gitsin” düşüncesiyle oluşan/oluşturulan sanal ortamın “rahatlığıyla” kamusal haberciliğin gerektirdiği 5N 1K ilkelerinden kopuş ana akım medyanın sunumlarının kitleler tarafından eleştirel olarak sorgulanmasına olanak bırakmıyor. Böylece söylemlerde bağlaşım- tutarlılık aranması da unutuluyor.

Sonuç kaçınılmaz olarak egemen ideolojiye bir tür teslimiyet oluyor. Bu nedenle “ar damarın çatlamasına çok şaşırmamalı!