Seçim yenilgisinin yarattığı olumsuzlukları reddetmeden, bugün yeniden tüm gücüyle üzerimize gelen bu düzenle mücadelenin yönünü değiştirebilmek için elimizdeki yeni imkânlara sarılmaktan başka bir çaremiz yok.

Siyasetin yatağını değiştirmek

Yusuf Tuna Koç

28 Mayısta ikinci turu gerçekleşen seçimin ardından iki hafta geçti. Bu iki hafta, muhalefet kesimlerinin genelinde ciddi bir muhasebe halinden çok hâlâ şok halini üzerinden atamamış, sonucu gökte uçan allı turnada arayan bir ruh hali mevcut. İktidar ise önce sermaye kesimlerinin onayını alan ekonomi atamalarıyla prestijini toplayıp, ÇESEM gibi gerici uygulamalar, LGBTİ+ eylemlerine saldırılarla, iktidar biletini iki yönlü bir rejim tahakkümü yolunda kullanmaya başladı.

Seçime dair kaybedişin sebepleri konuşulurken, bu yazıda atlandığını ya da ıskalandığını düşündüğüm bazı şeylerden bahsederek, bu şok halinden ve biriktirdiği içedönük öfkeden çıkış için birkaç öneri yapmak isterim. 

Bu seçim, öyle ya da böyle biçim olarak, Erdoğan’ın tam kendine göre diktiği tek adam rejiminin kontrolü için bir yarıştı. Her ne kadar muhalefet bu yarışa bu rejimi değiştirmek için girmiş olsa da kazanan cumhurbaşkanı ya da hükümeti değil, devlet üzerinde denetimsiz bir kontrolü kazanmış olacaktı. Yüzde 51’i bulan, 85 milyon insanın geleceği üzerinde sınırsız bir tahakküme sahip olacaktı. Bu tahakkümün ve imkânların, seçim sathına yansımamasını beklemek saçmaydı. Bunu, seçim sürecinde Erdoğan’ın kullandığı devlet imkânlarından, medya hegemonyasından, en önemlisi de yapabileceklerinin önünde herhangi bir engel, kurumsal bir denetim mekanizması ya da sınırlandırma olmamasından anlıyoruz. Demek ki bu yarışı, resmî düzleminde sürdürmek, yalnızca adil olmadığını kabul etmek anlamına gelecekti. Muhalefetin seçim yarışının yatağını değiştirmesi elzemdi. Yapmadı.

Bunu yapmayı tercih etmeyen ana muhalefetin etrafındaki seçim muhasebesi, şaşırtmayan bir biçimde yeniden kazanacak aday tartışmasına sıkışmış durumda. Doğrudan CHP’nin içine dair çeşitli tasarrufları da barındıran bu tartışmayı anlamlı bir yere varabilecek bir debelenme olarak görmemekle birlikte, yaşadığımız rejimin bir sonucu olarak değerlendirmek anlamlı çıktılar üretebilir. 

Türkiye’ye yerleşmiş tek adam zihniyetinin artık muhalefet partilerinin işleyişlerine dahi yerleştiği, demokratik sürecin sadece 5 yılda bir tekrarlanan seçimlere sıkıştırıldığı ve bunun rızasının iktidar kadar muhalefet tarafından da üretildiği şartlarda, seçimi “en tek adam” kazanabilirdi. Seçime bir yıl kala başlayan, en tek adam yarışını kazanabilmenin sırrını Dersimli, Trabzonlu ya da Beypazarlı olmak arasında aramaya dönük müthiş bir efor sarf edildi; medya, akademi, anket şirketleri buna odaklandı; kabullenilmiş sefaletin bir başka yansıması buydu. Erdoğan’ın seçmenleri ekonomiden bıktığı için artık muhalefet adayının memleketi tarafından cezbedilebilirdi. Trabzonlu Trabzonluya, Kayserili Kayseriliye oy verir dendi. Kimse Kayseri’de, Trabzon’da, insanların hayatının içinde kim var sorusuna odaklanmadı. Yalnızca kabul edilmiş, yıkılması teklif dahi edilmemiş duvarın bu tarafından sarkıtılıp öte tarafındakileri cezbedebilecek suretin kim olacağı kavgasına girilmişti, seçim sonucu yine buraya dönülmesi de Erdoğan demokrasisinin muhalefet içerisindeki hem zihinsel hem süreçsel içselleştirilmesinin bir sonucu. 

***

Bu oyunu temelinden bozmak şarttı ve muhalefet bunu gerçekleştirmedi. Ve geçtiğimiz 10 yılda giderek yoğunlaşan Erdoğan rejiminin güven oyuna dönüşen seçimde, muhalefetin fazladan bir kişi bile katamadığı Erdoğan karşıtı cephe sayısal olarak seçim kazanmaya yetmedi. Tüm bu içselleştirilmiş dezavantajlara rağmen muhalefetin oyların yarısını alabilmiş olması, seçimin kazanılabilme imkânını gösteriyor. Ancak sonuç yanıltmasın, bu yüzde 50 de muhalefetin başarısı değildi. 

Bu cephenin kurucu unsuru ne 6’lı Masalar ne seçim ittifaklarıydı, bu Gezi’de ortaya çıkmış, geçen on senede de her seçimde Erdoğan karşısında yan yana gelebilmiş temsiliyetsiz bir halk ittifakıdır. Nitekim muhalefetin tüm karşı çıkış imkânlarını, politik zeminini üreten, hem HDP’nin hem Zafer Partisi’nin aynı seçim ittifakında toplanabilmesinin meşruiyetini yaratan da bu ittifak. 

Peki, yıllar geçse de baki kalan bu meşruiyeti yaratan toplam niye artmamıştır, bunu sorgularken belki başa dönmek gerekiyor. 10 yıl önce Türkiye tarihinin en büyük toplumsal kalkışmalarından biri gerçekleşti, solun müdahale ve dönüştürme imkânlarının kısıtı sebebiyle, bu toplumsal hareketin dönüşümü, düzen muhalefetinin eline kaldı. Gezi’nin tüm dönüştürücü potansiyelleri kırpılarak yalnızca seçimlerle bu rejimin yenileceğine dönük inanç on yılda yavaş yavaş inşa edildi. Geldiğimiz noktada, her seçim muhalefet partilerine güvenmediği için kendi kendine sandık güvenliği örgütleyen, her seçim gününü sandığı koruma kavgası veren, ama yine o güvenmediği muhalefet liderleri işaret etmediği takdirde sokağa çıkmayı aklından bile geçirmeyen bir taban muhalefeti. Milyonların tüm dönüştürme kabiliyetini tüm mücadelesini 5 yılda bir 24 saat içerisine sıkıştırmak. Muhalefetin, toplumsal muhalefet ile kurduğu kısıtlı ilişkinin özeti bu.

Fakat iktidarın avantajlarından bahsederken de görüyoruz ki seçimler seçim gününde de seçim aylarında da kazanılmıyor. Hele 2 yıldır rekor enflasyon seviyeleri yaşanırken, seçime aylar kala Türkiye tarihinin en korkunç felaketlerinden biri yaşanmışken, bu iktidardan kurtulmayı bütünlüklü bir mücadeleye dönüştürememek, siyasetin yatağını değiştirememek bu sonucu getirdi. Hiçbir şekilde siyaseten bir alternatif üretemeyip, milyonlarca insanın kendi kendine oy bilincini değiştirmesini beklemek bugün akıldışı önermelerle yeniden meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Ekonomik kriz kendi kendine iktidar değiştirmedi diye aslında kriz yoktu buyuranlar, yenilginin öfkesini depremzedelere yönlendirenler… Kabullenilmiş sefaletin diğer yüzleri.

***

Fakat seçimlerin gösterdiği tek sonuç bu olmadı. Halkın yüzde 50’sinin onay vermediği bir rejim ve yüzde 20 oranında oy kaybetmiş bir iktidar partisi ile karşı karşıyayız. Öyleyse, önümüzdeki süreci yeniden bir kabullenişle, bir sonraki seçim sürecini bekleyerek geçirmek için aslında hiçbir sebep yok. Çünkü siyaset seçim süreçlerine sıkışmıyor, iktidar daha cüretkâr davranabilmek için yeni bir seçimi beklemiyor, aldığı oya bakmıyor. Yarın Mehmet Şimşek’in IMF’siz IMF’yle ücretleri daha baskılayacağı, işsizliği katlayacağı, borçlanmayı bile lüks haline getireceği günlerde, emeğiyle geçinmeye çalışan milyonların yanına gitmek için biz seçim gününü bekleyemeyiz. Artık yalnızca geleceksiz değil, bugününü de kaybetmiş milyonlarca gence ulaşabilmek için ajans muhalefetlerinin şık sloganlarıyla yetinemeyiz.

Seçim yenilgisinin yarattığı olumsuzlukları reddetmeden, bugün yeniden tüm gücüyle üzerimize gelen bu düzenle mücadelenin yönünü değiştirebilmek için elimizdeki yeni imkânlara sarılmaktan başka bir çaremiz yok. Ülkenin yarısının açıkça reddettiği bir rejimin, hayatlarımızı, ülkemizi teslim almasını kabullenemeyiz.

Bugün bir yanımızda ana muhalefetin yalnız, yolsuz ve ümitsiz bıraktığı, cebinde bükülmüş müşahit kartlarıyla mücadele heveslerini aktaracak bir kanal başka bir yol arayan milyonlarca yeni genç arkadaşımız var. Geri döndükleri sokaklarında, okullarında yalnız kalmak istemeyen, yalnızca kendini gözetmeyi değil aynı zamanda bu düzeni değiştirmeyi isteyen, hevesi kursağında kalmış olanlara yürüyecekleri bir yol açabilmek gerek.
Öbür yanda ekonomik krizin belini büktüğü, bu düzenden bıkmış ama duvarın ardından uzatılan sureti de gerçekçi görmemiş, partisini değiştirmiş ama adayını değiştirmemiş, bu yüzden de duvarın bu tarafında üretilen yeni partilere mecbur bırakılmış emekçiler var. Siyaseti coğrafi değil sınıfsal çizgilerle bölebilecek bir seçeneğe ihtiyaçları var.

Düzen-koltuk muhalefetinin sınırlarına sığmayan gençleri, ötesinden çağırılacak değil, yanında yürünecek emekçileri örgütleyecek yeni bir mücadele çizgisine ihtiyaç var.  O zaman bugün, ana muhalefetin kabullenilmiş sefaletine sıkışmadan, sokağa çıkmak için seçim takvimine sıkışmadan, olduğu olmadığı tüm sokaklarda kendini eskisinden daha güçlü şekilde üretebilecek bir sola ihtiyaç var, bu ihtiyaç doğru ellerde bir imkândır.