BUSE İLKİN YERLİ Kul romanıyla 2018 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alan Seray Şahiner’in Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Hepyek çarpıcı ve ilgi çekici öyküleriyle insanı birdenbire içine çekiveriyor. Kitabın arka kapak yazısında Orhan Koçak’ın sunum yazısı eserin niteliğini ortaya koyuyor: “Şahiner insanların en aptalının bile artık çok enayi olamadığı bir dünyadan yazıyor: asgari bir sinizm, […]

Sokaktakilerin öyküleri

BUSE İLKİN YERLİ

Kul romanıyla 2018 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alan Seray Şahiner’in Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Hepyek çarpıcı ve ilgi çekici öyküleriyle insanı birdenbire içine çekiveriyor.

Kitabın arka kapak yazısında Orhan Koçak’ın sunum yazısı eserin niteliğini ortaya koyuyor: “Şahiner insanların en aptalının bile artık çok enayi olamadığı bir dünyadan yazıyor: asgari bir sinizm, bir haşinlik belki, bir ‘külyutmazlık’, hem bu dünyada sağ kalmanın hem de yazının inandırıcılığının koşulu haline gelmiştir.”

Yazar öyküleriyle okuyucuları birbirinden farklı duygular arasında dolaştırırken keyifli üslubu edebi bir eserin tadını almamızı sağlıyor. Öyküler hem klasik, hem de sıradışı bir üslupla kaleme alınmış. Gerçek insan yaşamlarını kendi hayal dünyasıyla birleştiren Şahiner’in öyküleri merak uyandırarak bir sayfadan bir sayfaya atlatıyor. Öykülerinin bazıları hiç bitmesin isteseniz de çabuk bitiyor, bazıları da şaşırttığından, sakince soluklanarak okunuyor.

Köy dedikoduları, yemek yediğiniz restoranın mutfağı, hastanelerin yoğun bakımı, meyhane müdavimleri, dansözler, yeni nesil genç kadınlar, takıntılı sıradan insanlar, dantellerin dünyasında yaşamını iplikler arasına saklamış kadınlar, rüya düşkünleri, bardak altlığı kullanmayı ısrarla unutan, adına ‘sıradan’ denilen bizlerin öyküleri var kitapta.

Yazarın öğrencilik döneminde çeşitli işlerde yer almasından olsa gerek keyifli bir gözlem müzesinde ilerliyoruz. İletişim fakültesi ardından sinema anabilim dalında yüksek lisansını yaparken dönemsel çalıştığı garsonluk, konfeksiyonda el işçiliği ve makineciliğin büyük bir zenginliğe sürüklediği, öykü konularının seçiminden işlenişine kadar her satırda kendini gösteriyor.

‘Feliçita öyküsü, karabiberli tavuklu pilav avcısı yeni yetme delikanlıların dünyasına birkaç saatlik ilginç bir bakış. Biri 17, diğeri 19 yaşında iki delikanlının camide okunan selaları takip edip bir ölümün peşine düşmelerini anlatılıyor. Ölenin kim olduğunu keşfettikten sonra, bazen pilavdan, bazen kapı önüne konan ayakkabıdan nasiplenmeye çalışırken yaşadıkları sıradışı detaylar göze çarpıyor: “Musa Tez, mahallenin en meşhur kişisiydi. Adı hoparlörlerden yedi düvele duyuruluyordu… Musa Tez, dakikliğiyle tanınırdı. İşte bu dakikliğiyle tanınan Musa Tez’in de vakti gelmiş, hoparlör bu yolculuğunda onu yalnız bırakmayıp sala vesilesiyle adını tüm mahalleye duyurmuştu.”

‘Ufuk Çizgisi’ bir köyün sarısından başlayıp köyün içine uzanırken ilginç üslup şaşırtıyor: “Market kamyonunun sahibiyle buluşan kız, köye dönecek. Kocası ikindiyi okuyup tarlaya gidecek. Köyün kadınları tandırda toplanacak. Kızlardan biri servisçiyi beklemek için tepenin ardına seğirtecek. Melek, Tufan’la bahçede; çobanın karısı Harungilde olacak o sıra. Kah kah kah kah. Çın çın çın çın. Bırsss çö çö çö çö. Hışır hışır hışır hışır. Pat pat pat pat. Dar dar dar dar.”

‘Sarı Işık’ incelikli anlatımlar ve çözümlemeler dünyası adeta: “Türkan, kocasının kalp grafisi ekranına baktı… Birlikte geçirdikleri otuz yıl ile kocasının bir aydır kaldığı şu yoğun bakım odasındaki hayatları arasında pek bir fark yoktu… Allah’ın gücüne gitmesin ama ölüm döşeğindeki kocasının başında beklediği bu zaman dilimi, eski günlerinden daha çok hayat barındırıyordu.”

‘Karaca’, yaşlı bir kadının düşünce dünyasını ve çocuksu bakış açısını keyifle bir üslupla işliyor: “Poşetleri, bir koleksiyoner titizliğiyle biriktirir Karaca Hanım. Poşetlerin yerleri hatta üniteleri vardır onun evinde. Naylon olanları eliyle düzleyip katlar, özenle başka poşetlere yerleştirerek muhafaza eder. Okuma yazma bilmediğinden, poşetlerin kalitelerini üzerlerine yazılı markalara bakıp anlayamaz. Naylonun tartımına, parlaklığına, desenine bakarak kıymet biçip tasnif eder.”

‘Personel Yemeği’, boş ya da yarım bırakılan bir tabaktan insanları analiz eden bulaşıkçı kadının çözümlemeleri son derece başarılı: “-Bak, bu kazandibini yiyen, bir kadın. Erkekler kazandibinin üstüne diyet dondurma koydurmaz. Bu kadın ev hanımı. Çalışıyorsa da… Yemeği adam ısmarlıyor. Bu masa bir kadın bir erkek miydi?… Hesabı adam ödeyecek nasılsa. İnsan kendi kazandığından yese imkânı yok yarım bırakmaz.”

‘Sebare’ klasik öykü niteliklerinin hepsini barındırıyordu, ama özgün ve samimi diyalogları aheste ilerlemek istediğimiz bir keyif sunuyor: “-Atletiniz var mı lan? Meyhanedekiler: -Var abi! Herkes gömleğinin üst düğmesini açıp beyaz atletinin yakasını yukarı çekip göstererek atlet giydiğini ispatladı. Meyhaneye yeni giren: -Aferin, atlet şart!”

‘Çok Afedersin’ eğlence dünyasının arka kapısına uzanıyor: “Bahşişler de varmış! Sanki bütün bahşiş ona kalıyordu da. Oynarken müşteriler sütyenine, eteğine ne taktıysa, gece sonunda çıkarıp masaya koyuyordu Selma. Sonra o para, orkestraya bölüştürülecek. Sütyeninin içine ne gizleyebildiyse o yanına kâr.”

‘Bulyon’da Ceylan ile dolaşırken yeni dünyanın dayattığı yalnızlık duygularını sorguluyoruz: “Kafeler Ceylan için, önlerine atılmış renkli sandalyelerle insanı kahve sefasına çağıran yerler? Değildi. Kafeler, dışarı elektrik prizi yaptırmamış dükkânlardı. İçeri girip kahve içerken telefonunu şarja takabilir, prizin yanındaki masada oturacağından, telefonu açılır açılmaz köprüde çekildiği fotoğrafı paylaşabilirdi.”

‘İhtiyati Tedbirler’, hemen hemen hepimizin şüpheciliğine keyifli bir yorum katıyordu: “Hızla birkaç adım… Meseleyle araya giren mesafe endişeyi azaltırdı. Apartmandan bir iki metre uzaklaştı. Başarıyordu. Birkaç adım daha… Durağa varana kadar düşünmese… Otobüse bindikten sonrası kolaydı. Trafik sıkıştığı için gerilir, yolda gelişen durumlarla oyalanır, otobüs ilerledikçe o da aklındakileri geride bırakırdı…”

‘Ağlamadan Anlatmam Lazım’, gerçek ile kabusu, son ana kadar çözemediğimiz eğlenceli bir öykü: “Üstümde bir tek külotum var. Çıplağım. Apartmanda. Zile basıyorum. Evde kimse yok ki, niye zile basıyorum? Rüyamda evin hem dışında hem içinde miyim? Gece sarhoş kafa kapıyı açmakta zorlandıysam demek, rüyama böyle girdi. Akşam pilav ye, rüyanda kadınbudu köfte gör. Çok yaratıcıyım. Allahım çıplağım! Apartmandayım. İnşallah rüyadır.”

‘Arkaik’, sıradışı bir kurguya sahip. Rüyalar ülkesinin kilitli kapılarını zorlayan insanlar anlatılıyor. Yeni dünyanın görsel yorgunluğu aktarılıyor: “Rüya çeviren film şirketi, görüntüleri sızdırmayacağına dair teminat veriyordu ama internet, rüyalar için çekilmiş sevişme sahneleriyle doluydu.”

‘Hepyek’ içlerinden geldiği gibi yaşayan insanların öyküsü, sıcak ve gerçek. “Bir düğün salonunun önünden geçerken kafasına esip içeri giren, tanımadığı insanların önünde, kız tarafına da erkek tarafına da birinci dereceden akrabaymışçasına hatta bilezik takanlara taş çıkararak oynayanlardan; üstüne, gelin-damatla hatıra fotoğrafı çektirmekten eksik kalmayıp düğün çıkışında fotoğrafı sergilendiği masadan almayarak, yıllar yılı aile albümlerinde, ‘Bu kimdi?’ diye gizemli bir soru işareti olarak kalacak insanlardan korkmazlardı.”

Öyküleri Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Boyalı Kuş tarafından, romanı Kul ise aynı adla Toy Sahnesi’nce sahnelenen, 2016 Afife Tiyatro Ödülleri’nde “Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü”nü alan Seray Şahiner, öyküleriyle sarıyor sarmalıyor, dürtüyor ve yaşatıyor. Baharı şenlendirmek için Hepyek.