Maden çevresel olarak Fırat Nehri’nin Karasu koluna çok yakın bir mesafede. Bu riskleri arttıran bir durum. Fırat Nehri ve bu nehrin suyunun depolandığı barajlar onlarca ilimize ve hatta sınırları aşarak birkaç ülkeye daha fayda sağlamaktadır.

Sömürge madenciliğine hayır!

Ali Uğurlu - Dr., Mühendis

13 Şubat günü öğlen saatlerinde Türkiye’nin Çernobil’i olarak anılan Erzincan ili İliç ilçesinin Çöpler altın madeni cevher toplama (liç) sahasında siyanürle kirletilmiş milyonlarca kilogram toprak bir akarsu gibi kayarak Fırat’la buluşan Sabırlı deresine aktı. Meydana gelen iş cinayetinde toprak altında dokuz çalışanın kaldığı belirtildi. Aslında bu beklenen kötü senaryoların en düşük ölçeklisiydi. Niye diye soracak olursanız; siyanür, yirmiye yakın kimyasal ve ağır metalle kirletilmiş olan ve 200 futbol sahası büyüklüğünde, milyonlarca metreküp atık barajının patlaması beklenen büyük felaketti. Şimdilik bu olmadı… 

Bu kaza(!) ilk değildi. Daha önceleri de değişik kazalar(!) yaşanmıştı. En son 2 yıl önce haziran ayında son günlerde kapasite arışı ve yeni ÇED onayı ile gündeme gelen Anagold Altın Madenciliğinin 2008 yılında bu yana işlettiği altın madeni işletmesinde önemli bir çevre olayı yaşandı. 21 Haziran gecesi atık depolama alanına liç yönteminde kullanılan siyanürlü suyu taşıyan borunun patlaması ile yaklaşık 20 metreküp (31,5 ton) civarında bir sızıntı çevreye taştı. Olay başlangıçta büyük bir infial yarattı. Çünkü atık havuzunun ve sızıntının gerçekleştiği alan Fırat Nehri’nin başlangıcı olan Karasu Nehri’ne yaklaşık 300 metre uzaklıktaydı. Siyanürle ve diğer kimyasallarla kirlenmiş suyun başlangıçta Fırat Nehri’ne karıştığı olasılığı bu nehrin suyunu kullanan mansaptaki illerde ve suyun depolandığı Keban, Karakaya ve Atatürk Barajlarında birdenbire paniğe neden oldu. Gerçi milyonlarca suyun depolandığı bu havzalarda içerisinde yaklaşık 8 kg konsantre siyanür bulunan bir kirliliğin mevcut baraj depolarındaki su dikkate alındığında bir felakete yol açmayacağı bilinse de bir damlasının bile bir insanı öldürmeye yeteceği bu kimyasalın varlığı başlangıçta paniğe neden olmuştu. 

2008 yılında faaliyete geçen altın işletmesinin SSR Mining isimli Kanadalı büyük ortağı ve küçük ortak Çalık Holding’in oluşturduğu Anagold şirketi bir açıklama yaparak sızıntının atık depolama havuzlarından değil liç alanına taşınan siyanürlü suyun taşınması sırasında patlayan bir borudan meydana geldiğini, söz konusu siyanürün sızan kimyasal atık içerisinde 8 kg olduğunu ve bu atık suyun hiçbir şekilde Fırat Nehri’ne karışmadığını söyledi. Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı da yaptığı açıklamada şirketi doğrulayan açıklamalarda bulundu. Şirket yaptığı açıklamanın devamında toprağa sızan siyanürlü suyun (siyanürün) hipokloritle nötralize edildiğini belirtti.  

Maden çevresel olarak Fırat Nehri’nin Karasu koluna çok yakın bir mesafede. Bu riskleri arttıran bir durum. Fırat Nehri ve bu nehrin suyunun depolandığı barajlar onlarca ilimize ve hatta sınırları aşarak birkaç ülkeye daha fayda sağlamaktadır. Birçok kentin içme suyu bu nehirden temin edilmekte ve milyonlarca hektar toprak bu nehrin suları ile sulanmaktadır. Kitlesel bir ölüm tehlikesi olmasa da ülkemizde kirlenmemiş birkaç su havzasından biri olan Fırat havzasının kirlenmesi büyük bir çevre felaketine yol açacaktır. Altın madenciliğinde sadece siyanür kullanılmamaktadır. Bunun yanı sıra başta sülfürik asit, sodyum hidroksit, sodyum hidrosülfit, sodyum metabisülfat gibi yaklaşık 20’nin üzerinde kimyasal her yıl tonlarca kullanılmaktadır.  

Söz konusu olay yaşanmadan bir süre önce bölgede 4,5 büyüklüğünde bir deprem yaşanmıştı. Maden sahası Yedisu fay hattına çok yakındı. Deprembilimcisi Naci Görür, alanda 200 futbol sahası büyüklüğündeki siyanür havuzuna dikkat çekerek bölgede büyüklüğü 7’nin üzerinde bir deprem beklendiğini ve bu nedenle işletmenin potansiyel olarak büyük bir tehlike arz ettiğini belirtti.  

Bakanlığın teknik olmayan açıklaması ve akabinde maden işletmesinde yaklaşık bir hafta sonra faaliyetler bir süreliğine durduruldu. TMMOB ve bağlı odaları çevre mücadelesi verdikleri bu alanda sayısız davalar açtılar. 2021 yılında madenin kapasite artışına ve ek tesisler yapılmasına yönelik projeye verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için açılan davalar hâlâ devam etmektedir. TMMOB bu davalarda siyanürle altın aramanın bir çevre felaketine yol açacağını, yöntemin barındırdığı risklerin yüksek ve telafisi imkânsız olduğunu söyleyerek, bölgenin Güney Anadolu ve Kuzey Anadolu fay hatlarının birleştiği yerde olduğunu ve bu nedenle büyük riskler barındırdığını defalarca ifade etmiştir. 

Madencilik sektöründe son 15 yılda yaşanan olumsuz gelişmeleri nesnel olarak değerlendirebilmek için olayların geçmişine bakmakta fayda var. Ecevit’in Başbakanlık yaptığı 57. Hükümet döneminde yani 1999-2001 yıllarında uluslararası madencilik lobisi Türkiye’de istediği şekilde madencilik yapabilmek için Ecevit’i Türkiye’ de 6.500 ton altın rezervi var diye ikna edip maden yasasını değiştirmek istiyordu. 57. Hükümetin ömrü bu yasayı değiştirmeye yetmedi. Akabinde işbaşına gelen AKP Hükümeti 2004 yılında Maden yasasını ve 2005 yılında da madencilik izin yönetmeliğini değiştirdi. Ve böylece yeraltı kaynaklarımız madenler çokuluslu şirketlerin vahşi sömürüsüne açıldı. Ülkemizde 1923 ile 2004 arası 1.168 maden ruhsatı verilmişken AKP’li dönemde ruhsat verilen maden işletmesi sayısı 400 bine yakındır. Ormanlarımız, tarım alanlarımız, milli parklar, su havzaları hatta askerî alanlar ile turizm bölgeleri bile bu düzenlemeler ile madencilik faaliyetlerine açılmış oldu. Ormanların ve sulak alanların katledilmesi, insanların göç etmek zorunda kalması, tarım alanlarının kirlenmesi bu tarihten sonraya rastlar. Uşak Eşme’de, İzmir Efem çukurunda, Artvin Cerattepe’de, Bergama Ovacık’ta, Çanakkale Kazdağları’nda, Ordu Fatsa’da, Manisa Çaldağı’nda ve diğer birçok bölgede vahşi madenciliğin olumsuz örneklerini yaşadık, yaşıyoruz… 

Bugün ülkemizde yürütülmekte olan faaliyetler kelimenin gerçek anlamıyla “Sömürge Madenciliği”dir. Afrika (Gana, Mali, Sudan, Gine, Kongo vb), Asya (Çin, Özbekistan, Kazakistan, vb) ve Güney Amerika’nın (Peru, Kolombiya, Brezilya, vb) gelişmemiş ülkelerinde örneklerini gördüğümüz madenciliktir. Yıllardır bu ülke toprakları siyanür başta olmak üzere diğer kimyasallarla kirletilmiş ve altın bitince o şekilde harap halde bırakılarak terk edilmiştir. Yapılan madencilik faaliyetlerine bakıldığında ve bu çokuluslu şirketlerin diğer ülkelerdeki pratikleri değerlendirildiğinde yapılan işlerin 18., 19. yüzyıl sömürge tipi madenciliğine benzediği görülecektir. 1-2 gram altın çıkarmak için yaklaşık 1-2 ton toprağın kazıldığı ve kirletildiği, ormanların tahrip edilip ağaçların kesildiği ve 3-5 ton altın elde edildikten sonraysa geride bir enkaz bırakılıp gidildiği başka nasıl değerlendirilebilir? Üstelik bu işin sonunda elde edilen altının ancak %2’sinin ülkemize kaldığı gerçeği göz önüne alındığında verilen imtiyazların ve yapılan işletmeciliğin neye yaradığı sorusunu bir mıh gibi aklımıza çakmaktadır. Yeraltı zenginliğimizin en kısa sürede ülke dışına çıkarıldığı, geride ise tümüyle verimsizleştirilmiş, kirletilmiş ve zehirlenmiş toprak ve suyun bırakıldığı bu anlayış, sadece madenciliği değil, yaşamı da sürdürülemez hale getirmektedir. Bu şekildeki bir madencilik anlayışı bir üretim faaliyeti değil bir sömürü anlayışıdır. Zenginliklerimizi sömürüp yok ettiği gibi doğayı da geri dönülemez bir şekilde tahrip etmektedir. Ülke topraklarımızın parçası olan madenlerimiz üzerinde bu ülkede yaşayan herkesin hakkı bulunmaktadır. Yine bilinmelidir ki, üretildikleri anda tükendikleri ve yenilenemedikleri için gelecek nesillerimizin de bu madenler üzerinde hakkı vardır. Dolayısıyla madenlerimizin üretim süreçleri, halkın ortak çıkarı esas alınarak ve gelecek nesillerin ihtiyaçları da gözetilerek kamusal bir anlayışla planlanmalıdır. Bu yüzden madenlerimizin üretim süreçleri, yağmacı bir anlayışla değil, halkın ortak çıkarı esas alınarak ve gelecek nesillerin ihtiyaçları da gözetilerek kamusal bir anlayışla planlanmalıdır. 

Maden üretimini gündelik ekonomik çıkarlar doğrultusunda, sermaye kesimlerine kaynak yaratmak için gerçekleştirenler, ülkemizin geleceğine ve halkımızın ortak çıkarına ihanet içindedir! Madenlerimiz ulusal ve uluslararası sermaye gruplarının yağma alanı olmaktan çıkarılmak zorundadır. Toplumun ve gelecek nesillerin ortak zenginliği olan madenlerimiz ülkemizin genel çıkarları için kullanılmalı, ülkenin tüm ortak zenginlikleri hakça paylaşılmalıdır. Bunun için madenlerimiz kamu eliyle işletilmeli ve maden işletmelerinde kamu denetimi sağlanmalıdır. Madencilik faaliyetlerinin doğaya, ekolojiye ve doğal yaşama uygun biçimde yürütülmesinin tek yolu bu toplumcu anlayışın egemen kılınmasıdır.