Sömürgecilik, göç ve pandemi: Kapitalizmin ırkçı ve kadın düşmanı olduğunun değişmez kanıtı
İklim krizi sebebiyle yaşanan göçlere ya da bugün güvenlik endişesi ile göç eden yüzlerce Suriyeli mültecide gördüğümüz ve tarihte de benzerlerine rastladığımız gibi savaştan kaçan halkların toplu göçlerine bakabiliriz. Tüm bu örneklerde göç; emperyalizmin, sömürgeciliğin, çevresel ırkçılığın ve dahasının küresel ölçekli ekonomik ve siyasal bağlamları içinde anlam kazanır.
LİLİA D. MONZÓ
ÇEVİREN: HANDE TUHANİOĞLU
Kapitalist gelişmenin tarihine baktığımızda, Batılı olmayan dünya halklarının beyaz adama yer açmak için defalarca yerlerinden edildiğini görürüz. Irk kavramı, ABD’deki kölelik düzenini meşrulaştırmak için tanımlanmış olsa da soykırım savaşlarının beyaz sömürgeciler tarafından başlatıldığı ve yerleşmecilerin Yerli “Ötekileri” yabancı, insanlık dışı ve sömürülmeye açık bir sermaye olarak gördüğü su götürmez bir gerçek. Kitlesel üretimin, sanayileşmenin ve küresel kapitalist ekonominin önünü açan da yabancı toprakların kaynaklar uğruna talanı, Batılı olmayan dünyanın köleleştirilmesi ve özellikle kadınlara uygulanan sömürüdür.
Bugünün emperyalizmine geldiğimizde ise, Batılı olmayan “Ötekinin” belki biraz daha politik doğrucu bir tonda ama benzer bir şekilde tanımlandığını görüyoruz. Bu ırkçı yabancı düşmanlığı; kültür, etnik köken ve dinler temelindeki bölünmelerin giderek artması ile daha az görünür oldu ve aynı zamanda alt-emperyalist ülkeler için ideolojik bir meşruiyet zemini haline geldi. Irk, sosyal bir inşa olduğundan, kuşkusuz ırkçılık da etnik köken, din veya başka farklılık eksenlerinde Batılı olmayan halklara karşı kullanılabilir. Ancak değişmeyen gerçek şu ki ırkçılık ve ırkçılığın sömürgeci ve emperyalist görünümleri, kurulu toplumsal hiyerarşilerin yapısal sonuçlarıdır. Ayrıca, bu hiyerarşileri kuran ve kendilerini en tepeye oturtan beyaz sömürgeciler ve yerleşmecilerin meşrulaştırdığı, “daha az insan” olan dünyanın soykırımı ne o zaman ne de şimdi kazara gerçekleşmemiştir. Bilakis, bu ırksal kapitalist düzen, zengin ve mülk sahibi beyaz heteroseksüel erkeklerin hükümlerini ve varlıklarını devam ettirmesinin garantisi niteliğinde.
Bugünkü küresel zorunlu göç; Küresel Güneydeki yoksulların savaş, yoksulluk ve çevresel felaketler tehdidi ile yerlerinden edilmesiyle şekillenen uzun bir tarihin çıktısı. Hayatta kalmak için veya daha iyi bir yaşam uğruna sınırlara dayanan insanların medyadaki görüntüleri artık bazılarınca hor görülen, çoğunluğun kabul ettiği bir “normale” dönüştü. Yerli ve beyaz olmayan kadınlar eşi benzeri olmayan bir şiddetle karşı karşıya. Bu şiddet, sadece sömürgeciliğin fiziksel ve ideolojik saldırılarından değil, yıkık dökük yaşamlarında kontrol ve gücün yansımalarını elde etmeye çalışan, yanı başlarındaki erkeklerden de kaynaklanıyor. Bu nedenle, içinde bulundukları insanlık dışı koşullardan çocuklarıyla veya çocukları için kaçan ve sayıları her geçen gün artan kadınları böylesine etkileyen küresel göçün feminizmin meselesi haline gelmesi şaşırtıcı değil.
Benzer şekilde, Asya karşıtlığını besleyen bir biçimde “Çin virüsü” olarak tanıtılan Covid-19 salgınında da Batılı dünya üstünlük kompleksi sonucunda binlerce insanın ölümüne sebep olan yanlış bir korunma algısı geliştirdi. Yoksulların daha fazla etkilendiği salgında, yayılma ve ölüm oranlarında da görüldüğü gibi ABD toplumundaki yapısal ırkçılık ve cinsiyetçiliğin bir kez daha altı çizilmiş oldu. Ve tabii ki, tüm krizlerde olduğu gibi, virüsün ekonomik sonuçları en çok yoksulları ve özellikle küçük işletmelerin ve gündelik işlerin sarsılmasıyla yevmiyelerinden olan, ırkçılığa maruz kalan kesimleri vurdu.
Sözün özü, kapitalizm başından beri çoğunlukla beyaz ve erkek olan sermaye sınıfının küresel hegemonyasını koruyan ırksal ve cinsiyetli bir sistem olageldi ve hala da öyle.
Göç: Sermayenin
Yakıtı ve Çıktısı
Göç, çok eski zamanlardan beri süregelen bir toplumsal aktivite olmasına rağmen, küresel ve ırksal kapitalist sistemle birlikte göçün sürecinin, amacının ve sonuçlarının önemli ölçüde değiştiği söylenebilir. Yerli halkın binlerce yıl boyunca Amerika kıtasında Kuzey ve Güney bölgeleri arasında özgürce seyahat edebildiğine dair kanıtlar var. Fakat işgaller ve ulusal sınırların çizilmesiyle bu durum sona erdi. Yeryüzüne ve değişen koşullara saygılı ve yaşamın bir parçası olarak gerçekleşen göç olgusu; toprağı mülke, ulusları ise “kendi” topraklarını ırksal olarak “Öteki’den” koruma ve geliştirme ideolojisi ile birbirine bağlı “hayali cemaatlere” dönüştüren kapitalist hırs ile son buldu. ABD’de, “yabancı” bir ülkeye girebilmek için kullanılan “yasal belgeler”, ataları zamanında genellikle aynı topraklarda gezinmiş ve yaşamış insanlar için uygulanırken, sömürgeci yerleşmecilere “vatandaş” statüsü verildi. İşte bu yeni düzenle beraber göç, uluslararası ekonomik ve siyasal koşullardan bağımsız, kişisel bir kararmış gibi görünmeye başladı.
Hayatta kalma şansı ve aile birleşimi gibi yaşamsal olanaklar göç süreçlerinde her zaman kritik öneme sahip olmuştur. Örnek olarak, binlerce köylü ailenin Yeni Dünya denen yere gelmesine yol açan İrlanda’daki patates kıtlığını düşünebiliriz. İklim krizi sebebiyle yaşanan göçlere ya da bugün güvenlik endişesi ile göç eden yüzlerce Suriyeli mültecide gördüğümüz ve tarihte de benzerlerine rastladığımız gibi savaştan kaçan halkların toplu göçlerine bakabiliriz. Tüm bu örneklerde göç; emperyalizmin, sömürgeciliğin, çevresel ırkçılığın ve dahasının küresel ölçekli ekonomik ve siyasal bağlamları içinde anlam kazanır.
Patates kıtlığı, birçok tarih kitabında binlerce çiftçinin hayatını mahveden talihsiz bir ekolojik kriz olarak anlatılır, ancak şunun altını çizmek gerekir: İrlanda’daki çiftçiler, bir koloni olarak, patatese bağımlıydı çünkü monokültür tarımı İrlanda’yı İngiltere’ye bağımlı hale getirmişti. Bu bağımlı hale getirme yöntemi daha sonra birçok sömürge ülke için de kullanıldı. İlkin sömürgeci imparatorluk tarafından, daha sonra çoğunlukla Batılı yabancı şirketlerce kontrol edilen Monokültür üretim biçimi “gelişmekte olan” dünyayı belirli bir ürünün ithalatına bağımlı kılarak önemli ölçüde savunmasız hale getirdi. Meksika’da, Orta ve Güney Amerika’da yaşanan; halkın ve toprağın sömürüsü üzerinden milyarlar kazanan ABD menşeili United Fruit Company’i Amerika’nın en büyük şirketi yapan şey tam olarak buydu. United Fruit Company’nin yasadışı ilan edilmesinden sonra kurulan diğer yabancı şirketler de büyük şirketlerin sermaye biriktirmesini sağlayan en etkili yöntemle, aynı yolu izleyerek, Latin Amerika’ya yatırım yaptılar. Yabancı ticaret kısıtlamalarını azaltan, topraklara ve kaynaklara dışarıdan ulaşmayı mümkün kılan, Meksikalıların ve Yerli halkın aşırı sömürüsüne zemin hazırlayan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasının arkasındaki beyin, aslında büyük şirketlerin maşası olan ve siyasal iktidarını devam ettirmenin yollarını arayan ABD hükümetiydi. ABD’nin Latin Amerika’ya müdahalesinin uzun bir tarihi var, ancak kısaca şöyle söyleyebiliriz: ABD’nin bölgedeki kurumsal yatırımları ile sonuçlanan ekonomik bağımlılık ilişkileri, ABD sermayesini ve hükümetini bölgedeki siyasal atmosferle yakından ilgilenir hale getirdi. Böylece, Birleşik Devletler, Amerika kıtasındaki yerel seçimleri manipüle edebileceği, binlerce insanın ölümüne ve şiddetin tırmanmasına sebep olacak uyuşturucu savaşları başlatabileceği bir manevra alanı kazanmış oldu.
Bazı ülkelerde yaşanan kargaşaların, bu ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bağlı işlevleri olduğunu söyleyenler olsa da asıl söylenmesi gereken ve açıkça görülen; genellikle yenilik ve altyapı olanakları getirdiği söylenen ve ahlaki ve entelektüel üstünlükle ilişkilendirilen kalkınma hızının, “gelişmiş” dünyanın (Küresel Kuzey) “gelişmekte olan” dünyayı (Küresel Güney) gasp etmesini ve sömürmesini sağlayan bir işlevden ibaret olduğudur. Göç, ırksallaştırılmış kapitalist sisteme karmaşık ağlarla bağlı küresel bir meseledir.
Özellikle ABD’deki sömürgeci yerleşme politikalarının ölümcül kökleri göz önünde bulundurularak, göçmenlerin sanayileşmiş ülkelerde sıklıkla karşılaştıkları, milliyetçi bir dogma olan “yabancılar ‘bize ait’ kaynakları elimizden alıyor” savıyla beslenen aşağılanmanın temelsiz olduğunu anlamak gerekir. Sanayileşmiş toplumlarda göçmen, özellikle de kayıtsız göçmen nüfusu, ülkenin kalkınma hızını artırmak için gerekli olan ucuz iş gücü havuzunun büyüklüğüne bağlıdır. Yoğunlaşan sınırları kapatma söylemleri ve artan sınır dışı etmelere rağmen, köle emeği ile benzer bir mantığı olan misafir işçi programlarının ABD’nin kalkınması adına planlanmaya devam ettiğini hatırlayalım. Göçmen işçilerin, özellikle de kayıtsız olanların aldıkları işler, aşırı düşük ücretli ve/veya insanlık dışı çalışma koşullarına sahip olduğundan, Amerikalı işçilerin kabul etme olasılığının en düşük olduğu işlerdir.
Göç meselesi, genellikle cinsiyetsiz bir olgu olarak ele alınıyor olsa da dünya çapında göçmenlerin yaklaşık yarısını (%47) oluşturan, çoğunlukla yalnız veya çocuklu kadınların etkisi ile, feminizmin göç alanına dair müdahaleleri giderek daha görünür hale geliyor. Aynı erkekler gibi kadınlar da yalnızca hayatta kalmak ve daha iyi yaşam koşulları için göç etmeye zorlanmıyor, aynı zamanda “gelişmiş” dünyanın işgücü talebine arz ediliyorlar. David Tittensor ve Fethi Mansouri’nin belirttiği üzere, sanayileşmiş dünyada yaşanan “bakım emeği krizi” sonucunda göçmen kadınlar bu ülkeler tarafından yüksek oranda talep edilir hale geldi. ABD’ye göç edenlerin büyük çoğunluğu kadınlardan oluşuyor (%58). Göçmen kadınlar, ev içi işler ve tekstil endüstrisi gibi ülkedeki bazı sektörlerin bel kemiğini oluşturuyor. Bu iki sektör, düşük ücretleri ve kayıtsız çalışma koşulları ile kadınların en yoğun biçimde sömürüldüğü alanlar.
Ev içi emek, ekonomi ve fırsat söylemi bakımından özel bir öneme sahip. Sosyal hareketlilikleri açısından çift-gelire bağımlı yoksul ve orta sınıf aileler için bakım işlerini devralacak düşük ücretli işgücü bir gereklilik, çünkü o olmazsa ev içi işlerin yükü ailedeki kadına yıkılacak. Bu noktada, düşük ücretlerle çalışan göçmen kadınlar, görece daha varlıklı (ve çoğunlukla göçmen olmayan) kadınların daha iyi maaşlar karşılığında çalışmaları, eğitim almaları ve profesyonel bir yaşama sahip olmalarını sağlıyor. Buradan bakıldığında açıkça görülüyor ki, ağırlıklı olarak beyaz kadınların verdiği eşitlik eksenli mücadelenin ilerlemesi, başka ailelerin çocuklarına bakmak için kendi çocuklarını sahipsiz bırakmaya zorlanan göçmen kadınların talep ve ihtiyaçlarına büyük oranda bağlıdır.
Umut: Göçmen Kadınlar
Marksist bir sosyalist alternatif, ancak tüm baskı mekanizmalarına meydan okuduğumuzda ve bizi ayakta tutan yeryüzününki de dahil, yaşamın içkin ve her birinde eşit olan değerini tanıyan bir toplum inşa etmek için çabaladığımızda gelişebilir. Bu baskı mekanizmaları genellikle birbirinden ayrı yapılar olarak karşımıza çıksa da sosyalist bir alternatif, doğası gereği sınıf ilişkilerine meydan okuyan ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı mücadeleleri kapsamalıdır.
Tarihsel olarak unutulmuş veya yok sayılmış olsa da çalışan kadınların dünyadaki devrimci harekete sunduğu katkılar giderek daha çok tanınıyor. Dünyanın en çok ezilen gruplardan biri olan göçmen kadınların da devrimci özneler olarak önemini kavramak gerekir. Göçme kadınlar, kapitalizmin kalbindeki, tahakküm ilişkilerini güçlendiren ve sürdüren köklü, beyaz ve ataerkil örgütlenme anlayışlarına karşı çıkmayı mümkün kılacak deneyimlere sahip. Baskı ve ezilmeye karşı büyüttükleri deneyimler, bazılarınca marjinalleştirilse de, bir arada olmanın, birbirini ve dünyayı sevmenin yollarını açacak anahtarlar sunuyor.
https://monthlyreview.org/2020/07/01/colonialism-migration-pandemic/ sitesinden kısaltılarak çevrilmiştir.
Notlar
1 Jim Blaut, “Colonialism and the Rise of Capitalism,” Science and Society 53, no. 3 (1989): 260–96; Joseph E. Inikori and Stanley L. Engerman, eds., The Atlantic Slave Trade (Durham: Duke University Press, 1992).
2 Meng Zhao, “The Media, Education, and the State: Arts-Based Research and a Marxist Analysis of the Syrian Refugee Crisis” (PhD dissertation, Chapman University, 2019), 8.
3 Fatih Çağatay Cengiz, “Race and Religion in South Africa and Turkey’s Sub-Imperialist Expansion,” Politikon 46, no. 3, (2019): 257–74.
4 Ramon Grosfoguel, “The Structure of Knowledge in Westernized Universities: Epistemic Racism/Sexism and the Four Genocides/Epistemicides of the Long 16th Century,” Human Architecture 11, no. 1 (2013): 73–90.
5 Lise Vogel, Woman Questions: Essays for a Materialist Feminism (New York: Routledge, 1995).
6 Peter McLaren and Yan Wang, “US Needs to Move Away from Its Blame-China Trajectory,” China Daily, April 13, 2020.
7 Carlos G. Vélez-Ibáñez, Border Visions: Mexican Cultures of the Southwest United States (Tucson: University of Arizona Press, 1996).
8 Benedict Anderson, Imagined Communities (London: Verso, 2016).
9 “Guestworker Program,” Farmworker Justice, accessed April, 24, 2020.
10 Monzó, “Marxist-Humanist Perspectives on Race, Gender, and Immigration.”
12 Tittensor and Mansouri, “The Feminisation of Migration?”
13 “Gender and Migration,” Migration Data Portal, accessed April 24, 2020, migrationdataportal.org.
14 Monzó, A Revolutionary Subject.