Okuduğum ilk “büyük romanı” sanırım buydu: “İshak” isimli bir kitap.

Okuduğum ilk “büyük romanı” sanırım buydu: “İshak” isimli bir kitap. Kaybolup gitmişti, Google’dan yardım isteyince sahaf sitelerinden birinde gördüm.
 
70’lerde çocuk olan pek çok kişi gibi, Küçük Kara Balık, Bir Şeftali Bin Şeftali, Şişkolarla Sıskalar ve Aziz Nesin öyküleri ile başlamıştım okumaya. Sonra bir gün İshak kitabının yazarı Tahir Fikri okula gelmişti, sene 1978 olmalı. Yazarın adı da yine Google sayesinde aklıma geldi.
 
Hızla okumuştum, gecekondu ve göç konulu, ağır bir romandı. Köyden kopan genç bir aile büyük şehirde tutunmaya çalışıyor: Kavgalar, üzüntüler, perişanlıklar... Romanın konusunu anımsasam da, finali hariç tüm detayları unutmuşum.
 
Kitabın sonunda genç çiftin onca mücadeleyle yaptıkları gecekonduları dozerlerle yıkılıyor. Evleri, umutları gibi yerle bir oluyor. Korkunç bir karamsarlıkla yıkıntıların arasında oturan erkeğin yanına karısı geliyor ve ona bir şey söylüyor. Söylediği bu söz, kitabın son cümlesi.
 
İşte bu sözü unutamıyorum. Üç sözcüklü bir cümle, benim gibi bir kent bebesinin çevresinde hiç duyamayacağı türden, köylü ağzıyla söylenmiş, ilk bakışta alabildiğine sıradan bir cümle.
 
Hayat ne zaman acımasızca davransa bu cümle, hafıza dehlizimden yukarı çıkıverir. En umutsuz olduğum anda bu cümle yanımda can yoldaşımdır. Yıkılan umutlarımın yanında otururken, o genç köylü kadın yanıma gelir ve kulağıma bu sihirli cümleyi fısıldar.
 
Tahir Fikri kim bilmiyorum, muhtemelen takma bir addır bu. İlkokul öğretmenimin yanına geldiğine göre, adını gizlemek zorunda kalan bir öğretmen olabilir. Muhtemelen TÖB-DER’li bir öğretmendir.
 
Tahir Fikri’nin Vikipedi’de adı yok. Gitgide hepsi inci gibi olan sözlüklerde de kimse adına bir sayfa açmamış.
Varsayımlar üretiyorum: Belki 12 Eylül’de içeri aldılar bu yazarı. Belki işkencelerden geçti. Belki o zulümde onurunu korurken sağlığını kaybetti.
 
Veya belki, daha sonra bir dershaneye öğretmen oldu, özel dersler vermeye başladı, ekmeğini kazanıp çocuklarını büyütme telaşına düştü. Belki şu anda, emekli öğretmenler sitesinde tavla oynayan tonton bir dede.
 
Tahir Fikri’nin bir ömür taksidini ödediği Gölcük’teki kooperatif evi belki deprem sırasında yıkıldı. Yıkıntılar arasında oturmuş beklerken karısı yanına geldi ve İshak’taki son cümleyi kulağına fısıldadı.
 
Tahir Fikri belki “Ulusalcı” oldu, belki de “Kürtçü”...  Bebekleri bile öldürebilen kirli ve kibirli bir savaşta; faili meçhul ama varlığı gün gibi ortada katliamlar karşısında bertaraf olmamak için, lanetli taraflardan birini seçti belki.
 
Tahir Fikri belki çoktan öldü. 12 Eylül’deki işkence tezgahından sağ çıkamadı veya vefasızlıklar karşısında incinmiş kalbi erkenden yoruldu.
 
Bunların hiçbiri olmamış veya hepsi olmuş olabilir.
 
Bu yazıyı okuduktan sonra biri “Tahir Fikri, Artvin’de bir köyde yaşıyor. Sağlığı ve neşesi yerinde” derse çok sevinirim ama onu görmeye cesaret edebilir miyim, bilmiyorum.
 
8 yaşındaki gözlerimde, ilkokul öğretmenim Mehmet Karabel’le bana bakmaları, sonra Tahir Fikri’nin çantasından çıkardığı kitabını hediye etmesi gibi bir imge var. Yılmaz Güney filmlerindeki gibi, pos bıyıklı, iri yarı, kara kafalı bir adam. Onu askılı pantolon, eski bir hırka, burnundan düşen bir okuma gözlüğü ve bembeyaz saçlarla görmeye cesaretim yok. Belki de tam bu nedenle o da beni görmek istemez, kim bilir...
 
Türkiye’de hak ettiğinden çok daha fazla önem verilen şöhretli yazarlar var. Tahir Fikri’nin aksine, web sayfaları, tam sayfa röportajlar, televizyon programları hep onlar için. Bunların bir kısmı kaleminden çok burnuyla para kazanan rüzgar gülleri. Şöhretleri de kalemlerinden değil, uzun burunlarından geliyor. Parayı basıp, halkla ilişkiler şirketlerine estetik ameliyat yaptırsalar da uzun burunları 100 metre öteden fark ediliyor.
 
Yine de, en bayağısı bile, bir çocuğun aklına giren bir cümle üretmiştir muhtemelen. Bunu bile üretememişlerse ne acı onlara. Adı sanı unutulmuş görünen Tahir Fikri onlardan çok daha zengin demek ki.
 
BirGün sadece varlığıyla değil, satış rakamlarıyla da bambaşka bir gazete. Hürriyet, Posta veya Zaman’ın ilçe tirajı kadar toplam ulusal satışa sahip bir gazete için yüzlerce kişi durmadan ve yılmadan üretiyor. Günümüzün başarılı bireylerinin gözünde akıl alır bir çaba değil bu.
 
Dert değil, “tirajın kadar konuş” dünyasına inat, yazmaya ve üretmeye devam ediyoruz. Çünkü devrim, sanılanın aksine, devirmek değil inşa etmek. Bunu aklımızda tutarak, her seferinde yine, yeni, yeniden başlıyoruz hayata. Bazen kendi içimizden bile “başarılı dünya”nın hastalıklarına kapılan arkadaşlar çıksa da, yıkmanın kolay, yapmanın zor olduğunu hiç unutmuyoruz.
 
Kitabın sonunda, köylü kadın dertli kocasının yanına geliyor. Gecekonduları gibi yıkıntı haline gelmiş iki kişi bir süre sessizce duruyor. Daha sonra kadın ayağa kalkıp, erkeğine şu cümleyi söylüyor: “Yaparık, yenisini yaparık.”
33 yıldır unutamadığım cümle işte bu.
 
Bizi ne kadar devirmeye çalışırlarsa çalışsınlar kazanmaları mümkün değil. Çünkü bizim bir cümlemiz var. Bizim bir cümlemiz var ey ahali, bir cümlemiz var.