Dünyanın gelişmişi, gelişmekte olanı ve gelişmemişi arasındaki fark, varsa eğer nüanslarda gizlidir

Sonuç kullanışlı değil seçim tekrarlanacak!

ŞÜKRÜ ARGIN

Evvel zaman, kalbur zaman içinde, İrlanda denen bir ülke -Haziran 2008’de tertiplenen bir halk oylamasında- Avrupa Anayasası taslağını oy çokluğuyla reddeder. Aslında söz konusu taslak iki yıl önce Fransızlar ve Hollandalılar tarafından da oy çokluğuyla reddedilmiş olan metnin yeniden gözden geçirilmiş halidir. Fakat taslağı bizzat kaleme alanlardan biri olan Valery Giscard d’Estaing’nın alenen ikrar ve itiraf ettiği gibi, bu gözden geçirilmiş, ancak aslında neredeyse hiç değiştirilmemiş bir metindir. Onun kendi ifadesiyle, “aletler bire bir aynı”dır; fakat “alet kutusundaki yerleri değiştiril”miştir, o kadar!

Kısacası, Fransızların ve Hollandalıların zaten reddetmiş oldukları bir taslak, onların iradelerinin hilafına yeniden oylamaya sunulmuştur. Fakat Fransızlar ve Hollandalılar artık bizzat değil, sadece ‘temsilcileri’, yani seçtikleri milletvekilleri aracılığıyla ‘katılabilecekler’dir söz konusu müzakere sürecine. Yani iradeleri demokratik yollardan itinayla ‘bypass’ edilmiştir. Oysa İrlanda Anayasası bu bakımdan, ana akım medyanın nitelemesiyle söylersek, bir ‘anomali’ teşkil etmekte ve söz konusu taslağın halk oylamasına götürülmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla mecburen götürülür ve malum olduğu üzre reddedilir.

Niçin reddedilir? Tasarıyı savunanlara sorarsanız yanıt gayet basit: İrlandalılar cahildir ve aptaldır. Tasarıyı reddeden İrlandalılara sorarsanız, yanıt -elbette ilk bakışta- tasarıyı savunanları teyit eder niteliktedir: Reddettik, zira taslaktan hiçbir şey anlamadık. Taslağa ‘hayır’ oyu veren seçmenlerden birinin sözleri durumu açıkça ortaya koyar: “ Anayasa taslağı özellikle biz anlamayalım diye kaleme alınmış.”

İrlandalılar haklıdırlar; zira metin gerçekten de seçmenlere en makul seçeneğin bütün bu karmaşık idari meseleleri ehline, yani profesyonel politikacılara, teknokratlara bırakmak olduğunu hissettiricek biçimde kaleme alınmıştır. Kısacası, yurttaşlardan istenen ve beklenen politik katılım değil, politikadan ricat edip politikacıya biat etmeleridir.

Böyle bir durumda ‘Evet’ demek, egemenler açısından ‘kullanışlı aptallık’; ‘Hayır’ demek ise, elbette yine onlar açısından ‘kullanışsız aptallık’ olacaktır. Başka bir deyişle ‘aptallık’ yurttaşlar için her halükarda ‘cepte’dir ve dolayısıyla yurttaşlar da egemenlerin cebindeki ‘keklik’...

Tıpkı bizdeki 2010 Referandumu’nda olduğu gibi, seçimlere bu iki aptallık halinden birini seçmek için katılırız çünkü. Zira neyi seçsek, ‘aptallık’ olacaktır. Seçenek yok, fakat seçim mecbur! Seçmemek gibi bir seçenek yok! Dolayısıyla, seçim dayatılır, mecburen seçime gidilir ve çoğu durumda bizde olduğu gibi birinciler, bazen de İrlanda’da olduğu gibi ikinciler baskın çıkar.

‘Kullanışlı aptallık’ baskın çıkmışsa sorun yok, sistem tıkır tıkır işler. Ancak ‘kullanışsız aptallık’ baskın çıkmışsa işler değişir, zira sistem aksar. Sistemin yegane besini ‘aptallık’tır gerçi, ama öğütüp sindiremeyeceği bir aptallık türüyle karşılaştığında kendisi aptallaşır, saçmalamaya başlar. Başka bir deyişle, sindiremediği aptallığı kusar.

İrlanda durumunda -misal- AB yetkileri yenilginin suçunu derhal ‘pupülizm’e yıktı. Halkı ‘halkçılık’ yapmakla suçladılar yani; başka bir deyişle, politika yapmakla... Politikalarını onayına sundukları halkın, işini gücünü bırakıp politikaya yapmaya yeltenmesinden rahatsız oldular asıl. Verdikleri rolü oynamayıp rol çalmaya kalkmalarından...

Bu sebeple, İrlandalılar, dediler üstüne basa basa, yeniden sandık başına gitmelidirler. Anlaşılan o ki, egemenler sandıktan ‘doğru sonuç’ çıkana dek seçimlerin tekrarından yanaydılar. Daha doğrusu, sonuç zaten çoktan ellerindedir de, sanki seçimlerden buna uygun, makul, doğru bir oy dağılımı elde etmeyi ummaktadırlar ve bunu elde edene dek yılmadan yorulmadan seçim tertipleyeceklerdir. Tertip budur, kısacası.

Bir radyo programında Giscard, aklı ve izanı ve de mantığı külliyen üzerinden atarak, “İrlandalıların iradelerini yeniden tecelli ettirmeleri lazım,” der örneğin. Karşısındaki spiker, “İradelerini zaten daha yeni tecelli ettirmiş halkların yeniden sandık başına gitmesi sizce de tuhaf değil mi?” diye sorar. Giscard’ın bu makul soruya verdiği yanıt gerçekten ömürlüktür: “Ömrümüz sandık başına gitmekle geçiyor. Öyle olmasa Cumhurbaşkanları bir kere seçildi mi sonsuza dek seçilmiş olurdu.” (Kaynak: Ed. Eric Hazan, Demokrasi Ne Alemde?, çev. Savaş Kılıç, Metis)

Saçmalık epeyce aşina geliyor değil mi? Gelir tabii ki, zira aynı dünyada yaşıyoruz. Dünyanın gelişmişi, gelişmekte olanı ve gelişmemişi arasındaki fark, varsa eğer nüanslarda gizlidir çünkü. Ancak şeytan bunun neresinde, diye sorulursa bulunabilir.

Misal bizden olsun öyleyse. 7 Haziran’da oy kullandık mı kullandık. Kabul edelim ‘aptalcaydı’. Fakat yine kabul edelim ki sistemin bizden umduğu türden bir aptallık takdim edemedik bu kez kendisine. Dolayısıyla, kendince haklı olarak tekrarını istiyor. Bizden bir kez daha, öğütülüp sindirilebilir ‘kullanışlı’ bir aptallık sergilememizi talep ediyor. 1982’de 12 Eylül Anayasası’nı kabul ederken, 2010’da bu anayasayı ‘red’ eder gibi yaparken sergilediğiniz türden makul bir aptallığı yine sergileyebilirsiniz, sergilemelisiniz diyor.

Masal gibi değil mi? Öyle, fakat maalesef gerçek!

Zaman aptallık etme zamanı değil, öyleyse. Tam tersine abdal olma zamanı... Bu sebeple, Kazak Abdal’ın o zamansız küfrünün tam zamanıdır: Gördüğü düşü hayra yoranın da; hadi biz ekleyelim, dinlediği masalın kerevetine çıkıp kurulanın da avradını... (Çağımızın politically correct ruhuna uygun bir biçimde ‘avradını’ lafını ‘efradını’ biçiminde okuyabilirsiniz, elbette!)

Masalın sonunu hakikate bağlamalı: Sonucunu beğenmedikleri seçimleri tekrarlamamızı mı istiyorlar? Gerçekten aptallar! Haydi biz abdal olalım ve beğenmedikleri seçim sonuçlarını, bir kez daha yüzlerine vuralım. Ancak bu kez hayali bir oy olarak değil gerçek bir küfür olarak...