Gündelik yaşamda sıradan insanların karşılaşma ve etkileşimlerinin konu edinildiği “Burada Ne Oluyor? ‘Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme” adlı kitap,  Doç. Dr. Levent Ünsaldı’nın kaleminden, geçtiğimiz günlerde Heretik Yayıncılık tarafından basıldı. Ünsaldı , çoğu zaman farkına varmadan sahnelediğimiz ilişkiler ağını, Goffman düşüncesini merkeze alarak işlemiş. Ünsaldı ile yeni kitabını konuştuk. ► Kitapta sıradan insanların günlük […]

Sosyolog Doç. Dr. Levent Ünsaldı: Biz bize benzeriz

Gündelik yaşamda sıradan insanların karşılaşma ve etkileşimlerinin konu edinildiği “Burada Ne Oluyor? ‘Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme” adlı kitap,  Doç. Dr. Levent Ünsaldı’nın kaleminden, geçtiğimiz günlerde Heretik Yayıncılık tarafından basıldı. Ünsaldı , çoğu zaman farkına varmadan sahnelediğimiz ilişkiler ağını, Goffman düşüncesini merkeze alarak işlemiş. Ünsaldı ile yeni kitabını konuştuk.

► Kitapta sıradan insanların günlük etkileşimlerini irdeleyip, belki hiç farkına varmadan ürettiğimiz davranış çerçevelerinin izlekleri konu edinilmiş. Kitabın ismiyle başlarsak, sahi ‘Burada Neler Oluyor?’

Aslında bilmediğimiz bir şey olmuyor! Türkçede, benim de sıkça kullandığım harika bir ifade var: “Biz bizi biliriz.” Fakat buna belki bir de şunu eklemeli: “ama aynı zamanda bilmiyormuş gibi de yaparız”. Bu, ortak bir gramer, birbirimizi bilmeye ve anlamaya imkân tanıyan. Örneğin, gündelik yaşamdaki sıradan bir etkileşimde, muhatabımın her iletişimsel edimini mutlaka bir niyet okumasından geçirmem gerektiğini bilirim. Zira “güvensizlik”, kültürel evrenimin en temel öğesidir. Eylem veya sözlerden ziyade, bu davranışsal girdilerin arkasındaki örtük niyetleri anlamayı bir öncelik olarak koymam gerektiğini de bilirim. Etkileşimlerimde güçlü bir iç-dış ikiliğini sürekli muhafaza ederim. “Hiçbir şey göründüğü gibi değil” öncülünden hareketle, dışı, “göstermelik” kategorisinde hızlıca ikinci plana atıp, “içi”, şüpheci bir tedirginlikle sürekli “yorumlamaya” çalışırım. Muhataplarımın da bana aynı şekilde yaklaştığını bilirim. Ancak şaşırtıcı olan da şudur ki; en ufak bir tartışma veya çatışma neticesinde, karşımdakini, fakat doğrudan değil, genelde 3. şahıslar aracılığıyla, “sahte olmakla”, “ikiyüzlü olmakla”, “yalan olmakla” da suçlamaktan geri kalmam, onun da beni aynı ifadelerle suçlayacağını da gayet iyi bildiğim gibi. 

► Türkiye’de gündelik yaşamı Erving Goffman’ın etkileşim ritüellerini merkeze alarak incelemişsiniz. Goffman’ın ‘etkileşim’ ritüellerinden ne anlamamız gerekir?

Müsaade ederseniz bu soruya, yukarıda vermiş olduğum örneği açarak cevap vereyim. Şimdi bu örnekte ahlaki çöküş ya da yozlaşmanın izini de görebilirsiniz (ki bu durumda bunun ne zamandan beri böyle olduğunu da güçlü argümanlarla söylemeniz gerekir) ya da yine bu örnekte “doğu toplumlarının riyakârlığını” da görebilirsiniz (bu durumda ise diğer “doğu” toplumlarını, sınırları her nerede başlıyor ya da bitiyorsa, etüt ettiğiniz varsayılır! Oysa esasında yaptığınız, doğu toplumları tipleştirmesi üzerinden bir yargıda bulunmaktır). Kısacası, bu her iki argümanın da, “olması gerekene” kıyasla yapılan ahlaki değerlendirmeler olduğu açık olmalıdır. Bunda bir beis yok. Ancak ahlaki infial içerisine gömülmek istemiyor ve olan bitenin (Burada ne oluyor?) mantığını kavramak istiyorsak başka yollar da mevcut. Bu ise örneğin, yukarıda kısaca tasvirlenen etkileşim hatlarını birer “ritüel” olarak analiz etmekten geçebilir. “Ritüel”, bizde sanıldığının aksine, ikincil ya da tali olana, işin göstermelik kısmına gönderme yapmaz kesinlikle. Goffman bolca kullanılır, ama Goffman’da bu kavramı en başta Durkheim’den ödünç almıştır. Okurlarınızı tedrisi referanslara boğmaktan kaçınmak gerekirse, ritüel esasen bir zorunluluk sistemidir (zira yerine getirilmediğinde yaptırım içerir). Örneğin, pek de muhabbetinizin olmadığı yan komşunuzu her sabah işe giderken ufak bir jest veya sözle selamla ritüeliniz, tüm zorunluluk yapısını, tam da bu selamla edimini yapmadığınızda ele verir. Zira her gün yaptığınız o selamlamanın manası şudur: Okey, sorun yok, halen barış halindeyiz. Zira yok sayma, görmeme, sessizlik bir şeylerin yolunda gitmediğinin işaretidir. Şahsi aracınızla yaptığınız uzun bir yolculukta, yan koltukta oturan kişiyle hiç konuşmamak oldukça gerilimli bir durum yaratabilir: O durumsallıkta sessizlik, bir sorunun mevcudiyetinin işareti olarak algılanabilir. Deneyin isterseniz! Kısacası ritüel dediğimiz şey, “yol-yordamdır”, bir oyunun grameridir, normatif zorlayıcılığı ve hatta kutsallığıdır. Bu açıdan bakıldığında yukarıdaki örnekte ve nicelerinde gözlemleyebileceğimiz şey, ortak bir bilgi stoku üzerinden kişilerin birbirlerine karşı sergiledikleri hamle grameridir. Bu gramer, dâhil olunan her durumda bir anlamda oyunu kurar ve eğer siz de bu oyuna dâhil olacaksanız, sizin davranış ve eylemlerinizin de bu tipik ve standart karakteri taşıması gerekir. Tam da burası, etkileşim düzeninden bahsetmek gereken yerdir. Bu düzene uymazsanız oyun dışı kalırsınız. Burası, aynı zamanda, kişilerin davranış repertuarlarının da sınırıdır. Örneğin, iç-dış ikiliği üzerinden niyet okuma edimini temel refleks haline getirmiş bizden biri, bu türden bir ikiliği kültürel evreninde tesis etmemiş toplumlarda veya ülkelerde ciddi biçimde afallar, yönünü bulamaz. Zira başka yerlerde, toplumsal ilişki ve etkileşimler bu derece yoğun bir bilişsel mesaiyi hiç gerekli kılmıyor olabilir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’deki insanların bu çok ama çok ağır bilişsel mesaiyi her gün, her an, her saniye nasıl kaldırabildikleri daha sarih bir açıklamaya ihtiyaç duyar gözükmektedir.

► Kitaptaki muvazaa bölümündeki örnekler dikkatimi çekti, söz gelimi akademideki tez savunma merasimlerindeki pratik, alana dair yetersizlikleri örtmek üzere sahnedekilerle izleyiciler arasında bir tür suç ortaklığına delalet değil mi?

Hukuk fetişizmine düşmemek için isterseniz “suç ortaklığı” demeyelim. Ancak net bir “işbirliği” olduğu açık. Soruyu şöyle sormaya çalışalım: O doktora tez savunması sahnesine hemen her şeyiyle “göstermelik-numaradan” bir oyunmuş havası veren nedir? Siz, yetersizlikleri örtmekten bahsettiniz, ki doğru. Ama belki bunun da ötesinde, tüm sahne dekorunun (yani o fakültenin duvarlarından masalarına her şeyinin) ve oradaki katılımcıların biyografik süreksizliği ve en önemlisi de bunun karşılıklı bilgisi. Yani: Bir cumhuriyet çınarı o fakültenin kimlere ne yaptığını, doktora unvanlarını geçmişte nasıl verdiğini biliriz; fakültenin şimdiki çınarlarının akademi içi-dışı nelerle iştigal ettiklerini biliriz (bunlar hep, biyografik süreksizlik kavramının işaret ettiği şeyler); geleceğin çınarlarının nasıl yetiştiğini ve hangi şartlarda doktora tezlerinin hazırlandığını da biliriz; kısacası “biz bizi biliriz”. Eğer bir işbirliği varsa, kuşkusuz bu, katılımcılar ve izleyiciler tarafından sergilenen “hem bilme hem bilmeme” oyununda ve buna ilişkin olarak tesis edilen sessizlik paktında.

► Buradan yola çıkarsak ‘Türkiye’de ahlakçılık çoğu zaman kuru bir retoriktir’ demişsiniz. Söz gelimi akademiye dair işleyiş, Batı’da nasıl şekilleniyor, gözlemleriniz neler?

Müsaadenizle rahat bir üslupla çok kısaca özetlemem gerekirse, temel fark sanırım şu: Bugünün ortalama “batılı” araştırmacısı (ki dikkatinizi çekmek isterim, hoca veya akademisyen demiyorum, zira en azından Fransa’da üniversitelerde başat kimlik “araştırmacıdır”. Bu, her şeyi değiştirebilecek çok önemli bir farktır) kendi kulvarında ama sadece kendi kulvarında sürekli biçimde git-gel yapan, çok standart (ve elbette teknik) bir sağ veya sol kanat oyuncusu tadında birisidir. Tribünle pek işi yoktur. İşini ortalama olarak iyi yapar (ki zaten amaç da budur). Ama takımın genel oyunu veya oyun kurma (önemli teorik veya kavramsal açılımlar olarak okuyabiliriz) ile de pek bir derdi yoktur. Kondisyonuna ve oyun disiplinine fevkalade özen gösterir. Hepsi bu. Kısacası, bugün Avrupa’da da, eskinin kıvrak, az-çok başına buyruk, “yetenekli” orta sahalarından pek kimse kalmamış gibi görünmekte. TR’ye geldiğimizde ise işler daha basit görünmekte. Herkeste bir Johan Cruyff veya Michel Platini olma derdi net, ancak bunun yolunun daha ziyade tribünlerden, tribün liderlerinden, kulüp dengelerinden, federasyondan, saha dışı dinamiklerden, hatta ve hatta en basit şekliyle sosyal medyadan geçtiğine dair bir mutabakat da net. Eğer böyleyse bizdeki temel prensibi bir kez daha hatırlatmakta fayda görüyorum: TR Akademisinde (veya entelektüel hayatında), şeyh (hoca) uçmaz, mürit (öğrenci) uçurur.

► (Sahne önünde oynan birtakım sahte kategori ve oyunların performans örneği olarak) Müge Anlı ve türevi programların işlevsel niteliği nedir desem?

Hemen çok açık bir cevap vereyim: net biçimde politik. Şöyle izah edeyim: Müge Anlı’nın programındaki katılımcıların toplumsal koordinatları belli bir sınıfsal kategoriyi güçlü biçimde işaret etse de bu yönde herhangi bir aceleci çıkarımdan kesinlikle kaçınmak gerekir. Zira program, özellikle belli sınıflardan gelen katılımcılara öncelik tanıyor olabilir ya da toplumsal topografyanın daha üst kesimlerinden bireyler, benzer deneyimleri aynı ölçüde yaşamakla beraber, bu türden bir programa katılarak itibarlarını riske etmek istemiyor olabilirler. Ancak programın, elbette ne türden bir izleyici kitlesi tarafından izlendiği önemli olmakla beraber, özellikle üst sınıflar nezdinde neredeyse “ahlaki bir panik” yaratmak suretiyle (örneğin “bizim insanımız bu işte, rezilliğe bak” ifadesi) içine kapanma eğilimini arttırabileceği ya da yine aynı sınıflara, ahlakçı bir terazide yargıladıkları bu ilişki formlarını öteki addedilen diğer sınıflar üzerine yıkarak, kendi ellerini, evlerini, vicdanlarını temizleme imkânı sağlayabileceği hatırlatılmalıdır. Dolayısıyla, bu açıdan bakıldığında, programın, bilerek veya bilmeyerek yerine getirdiği çok net bir politik işlevi vardır. Gerçi bu tür bir analiz yeni de değildir. Suç veya sapkınlık sosyolojisinin en temel eserleri, “sapkınlık” olarak tariflenen belli davranış örüntülerini belli toplumsal kategorilerle eşleme eğiliminin, benzer örüntülerin diğer toplumsal kategorilerde de gözlemlenebileceği gerçeğini bilinçli olarak örtbas etmeye yaradığını defalarca göstermiştir. Bu “üstünü örtme” ediminin failleri de boldur: medyadan, derneklere, ahlaki girişimcilere, siyasetçilere oradan saygın akademisyenlere, vb. Burası, sınıfsal ethnocentrizm’in temel uğrak alanlarından da biridir.  

► Çalışmanız, bir bakıma güç çatışmalarının kılcal damarlara tezahürünü ortaya koyuyor. İktidar çatışmasında hınç ve hasetin değişkenliği bugünkü siyasal ortama nasıl zuhur ediyor?

Türkiye’de gündelik etkileşimleri çerçeveleyen kadrajlar, örneğin Goffman sosyolojisinin dahi pek dikkate almadığı bir dinamiği merkezinde taşıyor: Örneğin, kitapta modellemeye çalıştığım bize özgü eylem kadrajları, güç ilişkilerinin doğrudan tatbikini fevkalade kolaylaştırıyor. Bu, söz konusu çerçeveleri, “işi görülmeyenler” açısından bir anlamda “hınç” ya da “haset” mahalline dönüştürebilmekte. “Başkalaşmış çerçeve” olarak kavramsallaştırdığım bir eylem ya da etkileşim çerçevesinde,  o normatif dairede meşru görülen bir talebin karşılanmaması (örneğin, bir iltimas ya da “halletme” talebi) ya da güç dengelerinin talebi yapan aleyhine işlemesi, bunun sonucunda da “işin halledilmemesi”, talebi yapan tarafta çok güçlü bir yoksunluk, acımasızlık ve rövanş duygusunu tetikleyebilmekte. Ancak bu duygu, söz konusu çerçeveyi de kapsayacak şekilde daha standart bir hakkaniyet ölçüsü dâhilinde (örneğin genel bir adalet ilkesi dairesinde) hissedilebilecek ve hak iddia edilen şeye erişilmemesi sonucunda doğabilecek haksızlık duygusu ya da öfke değildir. Daha ziyade, başkalaşmış bir çerçevenin kendine has normatif yapısında şu türden bir sorgulamadır: “Herkese var da bize neden yok?” Ayrıca şunu da ifade etmek gerekir ki, o günün işi görülmeyeni, yarının işi görmeyeni, ertesi günün de işi görüleni pekâlâ olabilir. Başkalaşmış çerçeveler dâhilinde örgütlenen faaliyetlerin kazanan ve kaybedenleri, yarın rolleri değişebileceklerini gayet iyi bilirler; hınç ve haset bu çerçevelerde göçebedir; sürekli kiracıları yoktur. Parti içi dinamiklerde veyahut da tüm siyasal alanın mikro ilişkilerinde (iktidardan muhalefete, sağdan-sola, irili ufaklı fraksiyonlardan kitle partilerine kadar), “haset” veya türevi kelimelerin imlediği örüntü tiplerinin, iç çekişme veya kliklerde önemli bir rol oynadığını düşünmek için yeterli sebebe sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, mikro düzeyde güç ilişkileri halen yeterince irdelenmemiş bir alandır. Bununla birlikte, hemen şu iki şerhi düşmeme de izin verin lütfen: ilki, tüm bir siyasal hayatın ve çekişmelerinin, bu seviye bir analizden hareketle açıklanabileceği yanılsamasına kesinlikle düşmemek gerekir: mikro’dan makro’ya ve makro’dan da mikro’ya geçişler herhangi bir indirgemeciliğe müsaade etmez; söz konusu olan, daha çetrefilli iç-içe geçmelerdir. İkinci olarak ise, haset gibi kelimelerin, psikolojizme düşme riski çok yüksektir. Meseleyi, psikolojinin sahasından kurtararak ve sadece siyasal alanla da sınırlı tutmamak kaydıyla, bireysel deneyimin yapılarıyla ya da gündelik yaşamın örgütlenme şekilleriyle ilişkilendirerek ele almak gerekir. Bu yönde çok daha gelişkin kavramlara ihtiyaç vardır.