Kemal Sunal filmlerindeki hoca tiplemesi neredeyse hep aynı: Şark Bülbülü’ndeki Şıh Hazretleri, Üç Kâğıtçı’daki Yağmurcu Arif Efendi, Kibar Feyzo’daki Topal Hoca, hepsi de baskıcı kır yaşamının bekasında pay sahibi olan, ama suratında meymenet olmayan dolandırıcı kimseler

“Spotlight”, Kemal Sunal ve din adamları

FERİT BURAK AYDAR*

Ülke dinci bir güruh tarafından felakete sürükleniyor. Ben de bu yüzden, Lenin’in din konusundaki bütün yazılarını derleyip çevirmeye karar verdim. Derken yılın en iyi film Oscar’ı tecavüzden sübyancılığa kadar sayısız pisliğe bulaşan Boston’daki Katolik Kilisesi’nin bir gazeteci ekibi tarafından teşhir edilmesini konu alan Spotlight’a verildi. Hemen bizdeki hacı hoca takımını düşündüm; malum bizde de toplumun ne tepki vereceğini ölçmek adına kaç yaşındaki kız çocuklarına uçkur çözmenin caiz olduğu, babanın kızına nikâh düşüp düşmeyeceği vb. dinciler ve Diyanet eliyle tartıştırılıyor.

Nihayet gerçek hayattan sanata gelebildiğimdeyse, klasikleşmiş Türk filmlerindeki klişeleşmiş hoca figürü gözümün önünde belirdi. Yakın zamana kadar, liberal aydınlar (özellikle de serencamı “yetmez ama evet” olanları) arasında bu hoca figürüne karşı “stereotip” (harcıâlem) olduğu gerekçesiyle itirazlar vardı. AKP’nin bu topluma bir hayrı dokunduysa, o da birçok klişenin aslında pekâlâ doğru olduğunu ayan beyan ortaya sermesi oldu.

Kemal Sunal filmlerindeki (hattâ eski Türk filmlerinin genelindeki) hoca tiplemesi neredeyse hep aynı: Şark Bülbülü’ndeki Şıh Hazretleri, Üç Kâğıtçı’daki Yağmurcu Arif Efendi, Kibar Feyzo’daki Topal Hoca, hepsi de baskıcı kır yaşamının bekasında pay sahibi olan, ama suratında meymenet olmayan dolandırıcı kimseler. Bölgenin egemenleriyle el ele vererek dizginsiz bir sömürü düzeninin işletilmesinde aktif rol oynarlar. İşte bu karakterlerin gerçekçi olduğunu söylemek bir dönem (ki o dönem çok uzak değil) entelektüel suçtu: Değil dine, dinciliğe laf söylediğinizde bile AKP yancısı solcular hemen size pozitivist, Aydınlanmacı, modernist damgasını yapıştırıveriyordu, sanki bunlar başlı başına kötüymüş gibi. Ne var ki Aydınlanma düşünürlerinin ve 19. yüzyıl materyalistlerinin din konusundaki tespitlerinin, Kemal Sunal filmlerindeki din adamı karakterlerinin; bugün yana yakıla aldatıldığını itiraf eden ya da hiçbir şey olmamış gibi tüm pişkinlikleriyle akıl vermeyi sürdüren liberallerin “çağı yakalayan” ideolojilerinden çok daha gerçeğe yakın ve doğru olduğu şu son birkaç yılda kanıtlandı.

Tespit doğruydu, zira din adamları hangi dine iman ettiklerinden bağımsız olarak sanki aynı hamurdan yoğrulmuş gibiler; Katolik olanı da bir, Müslümanı da. Peki, niye? Dinler tümden iyi de din adamları mı kötü? Din yoksullar ve yoksunlar için sığınılacak bir liman, bir manevi huzur yolu (Marx’ın meşhur ifadesiyle, “kalpsiz koşulların kalbi, daral gelmiş yaratığın iç çekişi”) olabilir, ama bu işin sadece bir yanı. Diğer yandan, din, erkeklerin (sadece cübbeyi sırtına geçirenlerin değil, genelinin) iktidarlarını (maddi, cinsel) sürdürmeleri için fevkalade kullanışlı bir araç ve bu yüzden ahlakçılık ile çıkarcılık, istismarcılık kol kola gidiyor.

Spotlight’ın en vurucu sahnesi din adamlarının tecavüz ettiği çocuklardan Joe’nun, küçükken yaşadıklarını anlatırken durup, Kilise’yi işaret ederek, “Görüyorsun ya, burada da bir kilise var ve yanında da çocuk parkı” dediği sahne. Joe toplumun ikiyüzlülüğünü çoktan idrak etmiş. Yaşananlar, yapılanlar münferit değil! Filmin sonundaysa meselenin Boston veya ABD’yle sınırlı kalmadığına dair gerçek hayattan veriler sunuluyor. Listede Türkiye yer almıyor, çünkü biz Katolik değiliz; ama semavi dinler arasında bir liste yapılsa gerçek yerimizin üst sıralar olacağını hepimiz biliyoruz. Biliyoruz bilmesine ama susuyoruz (ya da susmayanlarımızın çoğu Spotlight’ın sadece acar gazetecilik kısmıyla ilgileniyor), tıpkı Boston şehrinde gazetecilerden biri dahil olmak üzere herkesin bu sansasyonel haber yapılmadan önce her şeyi bilip sustuğu gibi.

Geçen yüzyılın başında İspanya’da Katolik Kilisesi en zengin ve nüfuzlu zümreydi. Orada da din adamlarının erdemi konusunda halkın şüpheleri vardı ve birçok köyde aileler kızlarını günah çıkarmaya yalnız göndermiyordu. Din tıpkı Boston’da/ABD’de ya da Türkiye’de olduğu gibi dinle arasına mesafe koyanlar ya da dinsizlerden çok, dindarlara zarar veriyordu. Bu itibarsızlığa rağmen, olup bitenler Kilise’nin veya dindarların (samimiyetle inancını yaşayanların) umurunda değildi. Muhafazakârlar her şeyi muhafaza edebileceklerini, kolun ilelebet kırıldığı yen içinde kalacağını sanıyorlardı. Ne oldu peki? Katolik Kilisesi bilahare Franco diktatörlüğünün yanında durarak, zaten sınırlı olan itibarını iyice zedeledi ve her diktatörlük gibi Franco’nun dinci diktatörlüğü de bir gün yıkılınca doğan yeni düzende Kilise ve din bir daha hiçbir zaman eskisi gibi merkezî bir rol elde edemedi. Peki, ya bizde bu başını kuma gömme olayı daha ne kadar devam edecek?

*Çevirmen, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları editörü