İçi boş, mankafalı insanlarla doludur reklam ajansları. Cangıl sadece böyle tiplerin yaşamasına olanak verir...

Not: Bu hafta yazamadım. Zaten iktidarın tüm köşeleri kaptığı bu ülkede, “köşe” yazarlığı kavramını gitgide daha fazla sorguluyorum. 2 yıl önce çıkan bir yazımın tekrar basılmasını rica ettim. Kusura bakmayın. Sevgi ve saygılarımla.

İçi boş, mankafalı insanlarla doludur reklam ajansları. Cangıl sadece böyle tiplerin yaşamasına olanak verir. Türkiye’deki reklamcılığın “görmeme” huyu, görgüsüz Türk burjuvazisinin ve 12 Eylül bahçıvanlığının bir hediyesidir.



Küçükken ben de böyle “görmez” bir insandım. Evimizin çatısına çıkıp gökyüzüne baktığımı hatırlıyorum. “Acaba Süpermen gelir ve tüm hayatımı değiştirir mi?” diye.



Arkadaşlarımızla aramızda konuşur ve bazen saatlerce bakardık gökyüzüne. Süpersonik bir hıza sahip olduğuna göre, ‘hiç olmazsa bazen’ Süpermen’in Bursa semalarında da uçması gerekirdi. Ama bu hiç olmadı. Süpermen bizim kentimizden hiç geçmedi. Bir arkadaşım, “Boşuna bekleme. Süpermen gökdelene gelir. Bursa’da gökdelen yok ki” dedi.

7 yaşındayken her yerde gökdelen arayan bir çocuk olmuştum. Bursa’nın PTT binası gökdelene en çok benzeyen yapıydı. Altına gelir, ellerimle kadraj alır ve film çekerdim. “İşte Süpermen’in gelebileceği bir yer” derdim.



Büyüdükçe gözüm gökdelenlerden başka bina görmez oldu. Bir şehre gittiğimde önce en yüksek binaya bakar, sonra çevresindeki genellikle çarpık ve çirkin olan tüm binaları görmezden gelirdim. O çirkin binalar sihirli bir görsel efektle yok olur, şehrin ortasındaki tek gökdelen, ‘Süpermen’in tavafına uygun’ biçimde tek başına yükselirdi.

İnsanlara da binalara baktığım gibi bakmaya başladım. Caddede yürürken sadece güzel giyimli, uzun boylu, iyi görünümlü insanları görür oldum. Frapan kadınlara bayılırdım.

“İşte” derdim. “Bu kadınlar oldukça, Süpermen ülkemize gelebilir”



İstemediğim şeyleri görmeme huyum öylesine gelişmişti ki, binlerce kişinin yürüdüğü kalabalık caddelerde sadece birkaç ‘bakımlı’ kişiyi görüp, diğer tüm insanları yok sayabiliyordum.

Bu gizli özelliğimi kimselerle paylaşmadan 14 yaşına geldim. Bir  gezisiyle yurt dışına gitmiştik. Doğu Berlin’de bir gümrük memuru, öğretmenimizin üstünü hoyratça aramaya kalktı. Öğretmenimiz buna itiraz etti: Kimseyi aramadıkları halde onu niye arıyorlardı, neden bir öğretmeni öğrencilerinin önünde küçük düşürüyorlardı, hiç mi saygıları yoktu? Alman gümrük memurunun yanıtıyla hayata bakışımı sonsuza dek değişti: “Saygı mı? Sen bir Türksün. Türkiye’de insana saygı gösterilir mi? Sana senin devletin saygı gösteriyor mu?”



O esnada Kenan Evren ve adamları idealist bir nesle rutubetli zindanlarda işkence ediyordu. Dışarıda çok daha fazlası, yoksullukla, yoksunlukla, yalnızlıka terbiye ediliyordu. Işıkları tek tek söndürdüler, insanlık onurunu hiçe saydılar. Koskoca bir toplumu köle haline getirmek için ellerinden geleni yaptılar.



‘Saygı’ olmayan bir yerde ‘huzur’ olur mu?



Devlet Hastanelerinde sıra bekleyen, itilen kakılan hastalar gördüm. O hastalara şifa vermek için saatlerce çalışan ve aslında tıpkı hastaları gibi yoksul ve aynı oranda itilip kakılan genç doktorlarla arkadaş oldum.



Tornacıların, akücülerin, makasçıların arasında yaşadıkça; onların çirkin gibi görünen suratlarında, ışıl ışıl parlayan gözler keşfettim. Babamın elleri nasır içindeydi ama nasıl da severdi beni o ellerle.



Bir gün Karl Marx’ın bir sözünü okudum, “İnsana dair her şey kabülümdür” diye. Marx’ın Yunus Emre ile aynı sokağın çocukları olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. O sokakta Jack London, Che Guevara, Aziz Nesin ve Nazım Hikmet’le birlikte top oynuyorlardı ve hepsinin keyfi yerindeydi.



Süpermen bu ülkeye hiç gelmedi. Kendi ülkesindeki yoksul mahallelere de hiç gitmedi. Süpermen kapitalizm altında ezilen milyarlara, kafaları değiştirmeden dünyayı değiştirebileceklerini müjdeleyen bir sahtekar olarak uçmaya devam etti.

Annem bana sarıldı ve aptallığımı keşfediverdim: Yıllardır Süpermen’i gökyüzünde aramıştım. Babam öldüğünde 38 yaşında genç bir kadın olan ve biz çocuklarına hayatını adayan canım annem Süpermen’in ta kendisi değil miydi?



Yok sayılmaya, yokluk içinde yaşamaya alıştırılmış; yine de gururlarını, onurlarını koruyabilmiş insanlar; görülmeyenler, es geçilenler; gaddar devletin, hödük burjuvazinin, besleme reklamcıların, uzaylı CHP’lilerin gözüyle bakıp yıllarca görmediğim, kıymetlerini bilmediğim yüzbinlerce kardeşim... Asla bir reklamda oynayamayacağı halde o bayağı reklamlara inanmaları istenilenler... Beyoğlu’nun, Teşvikiye’nin, İkitelli’nin rezil sınırlarının içinde adlarının anılması bile yasaklanan sevgili dostlarım.



Geçenlerde Bursa’ya gittim ve doğduğum mahalledeki çarpık yapıları gülümseyerek izledim. Ekmek derdiyle koşturan tüm insanlara; bunu hak eden tüm kardeşlerime aynı sevgi ve saygıyla tek tek baktım.



Dünyayı bir sosyalist gibi gördüğüm için, kendimle gurur duydum.

 Gözüm gökyüzüne kaydı.

Milyonlarca Süpermen, çirkin binaların arasında mutlulukla uçuyordu.