Google Play Store
App Store

Yeni göç dalgalarının ülke içine yönelmesi riski AKP’nin artık en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Bu etken de, “koridor”un içe dönük veçhesine eklenmelidir.

Suriye'de sorumluluk kabul edilmeden çözüme ulaşılamaz

OĞUZ OYAN

Suriye’nin kuzeyinde bir “güvenli bölge” inşası konusunda gelgitler son zamanlarda iyice sıklaşmıştı. Daha geçen haftanın ilk günlerinde durum oldukça farklıydı. Taraflar kâh el yükseltiyor, kâh tansiyonu düşürmeye çalışıyordu. Temeldeki sorun, ABD ve Türkiye’nin çok farklı yaklaşımlara ve önceliklere sahip olmasıydı. ABD, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve Türkiye ile birlikte kontrol edebileceği en fazla 15 km. derinliğe sahip bir koridorla pazarlığı açmış durumdaydı. ABD’nin önceliği, kendi güdümünde kurulmakta olan Kürt siyasi oluşumunu Türkiye’ye ve Suriye Devleti’ne karşı korumaktı. AKP ise hem “ülke güvenliği” için hem de ülkeyi sürüklediği bu sıkışmışlığı ‘hallettiğine” dair bir mesajı iç kamuoyuna verebilmek için, 30-35 km. derinliğinde ve TSK (mümkünse artı ÖSO) kontrolünde bir bölgenin oluşturulmasını istiyordu. Türkiye’nin bu bölgede Suriyeli sığınmacıları barındırılacağı yeni kamplar/yerleşimler oluşturma niyetleri de biliniyordu.

İşin ilginç yönü, iki taraftan hiçbirinin -işlerine geldiğinde “toprak bütünlüğünden” bahsettikleri- Suriye’nin meşru yönetiminin fikrini sorma, iznini alma dertleri yoktu. Astana sürecinin önemli tarafları olan Rusya ve İran’ın Suriye Hükümeti izni ve kontrolü dışında böyle bir bölge oluşumuna sıcak bakmadıkları biliniyordu. Ancak şu an için Rusya’nın, ABD-Türkiye ilişkilerinin kötüleşmesini bir süre daha izlemekle yetineceği, İran’ın da kendi derdine düştüğü bir dönemde Türkiye ile ilişkilerini bozmak istemeyeceği özel (ve geçici) bir durum oluşmuştu.
Bu arada AKP iktidarı pazarlık gücünü arttırmak ve ABD’yi sıkıştırmak için bir yıldır sınıra yığdığı (5-10 komando tugayı gücündeki) askeri birlikler ve “kararlı” mesajlar üzerinden baskı kurmaya çalışıyordu. Gerçi AKP Türkiye’sinin ABD’nin hiç olmazsa kısmi bir onayı olmadan böyle bir harekâta girişebilmesi beklenemezdi ama “kararlılık gösterisiyle” elde edilebilecek cılız bir sonuç bile “onurlu ve kararlı bir duruşa” bağlanarak iç kamuoyuna pazarlanabilirdi. Nitekim olan olmuş ve geçtiğimiz 7 Ağustos Çarşamba günü böyle bir anlaşmaya varılmıştı.

7 AĞUSTOS “ANLAŞMASI” SORUNLARI ÇÖZER Mİ?

Bir anlaşmadan çok bir anlaşma taslağına benzeyen bu ön-mutabakat belgesi acaba ne getirmektedir? Bir kere, Türkiye, “barış koridoru” olarak adlandırılacak sınırları belirsiz bölgenin ABD ile birlikte oluşturulmasını kabul etmektedir. Bu bölgenin tesisi için iki taraf arasında “Müşterek Harekât Merkezi” (MHM) kurulması öngörülmektedir. Bu “güvenli bölge”nin öncelikle Türkiye’nin “güvenlik kaygılarını” gidermesi beklenmektedir. Koridorun aynı zamanda Suriyeli sığınmacıların gönderileceği/ yerleştirileceği bir göç-emici tampon bölge olması da Türkiye’nin taleplerindendir ve Anlaşma ile buna da belirsiz bir onay verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, milyonlarca sığınmacının yerleştirileceği bir koridor için derinlik koşulunun birinci derecede önem taşıdığı, hatta Türkiye’nin önerdiği derinliğin dahi bunun için yeterli olmayacağı açıktır çünkü kalıcı kentsel yerleşimler belirli tarihsel, coğrafi ve siyasi koşulların bir araya gelmesiyle oluşabilir.

Peki, bu mutabakat belgesinin örtük kabulleri var mıdır? Bir kere, Türkiye açısından tek taraflı bir kara harekâtından vazgeçildiği taahhüdü verilmiş olmaktadır. İkincisi, Türkiye Kuzey Suriye’de ABD onayı olmaksızın hareket etmemeye angaje olurken, bu bölgede SDG (PYD/YPG) siyasi/askeri oluşumunu ve varlığını zımnen kabullenmiş olmaktadır.

Belirsizlikler: Barış koridorunun sınırları, hangi güçlerin kontrolünde olacağı ve bunların ağırlıkları, sığınmacıların ne kadarının ne zaman bu koridora yerleştirileceği, MHM’nin ve Anlaşmanın işleyiş koşulları ve süresi belirsiz bırakılmıştır. Türkiye’nin acilci yaklaşımı ABD’de karşılık bulmamaktadır. Bu belirsizliklerden, pazarlıkların ve oyalamaların süreceği anlaşılmaktadır. Sonuncusunun yani Anlaşmanın süresinin belirsiz bırakılmasının şimdilik taraflar açısından sorun gibi gözükmediği söylenebilir, ancak Suriye Hükümeti ve PYD açısından sorun olarak görülecektir. ABD’nin, bölgede kendi kalıcılığı ve kuracağı siyasi oluşumun devamlılığı açısından bir süre kısıtı istememesi anlaşılır olabilir; ancak Türkiye’nin tavrı (mezhepçiliği ve pro-emperyalist fırsatçılığı dış politika ilkeleri arasında görmezseniz) anlaşılır değildir.

AKP esas olarak iç politikaya dönük oynamaktadır. Gerek “koridorun” oluşturulması gerekse sığınmacılar için Suriye’de bir yerleşim bölgesi gösterilmesi, Suriye konusunda iktidarı sorumlu gören ve kendi tabanı dâhil giderek büyüyen iç basınçları hafifletmeye yöneliktir. Türkiye’de yerleşmiş Suriyelilerin hangi yöntem ve koşullarla bu bölgeye göçmeye “ikna” edilebileceği ayrı bir konudur. Muhtemelen büyük bölümünün -verilebilecek teşviklere rağmen- ikna edilemeyeceği bilinmektedir. Göçe zorlama (“tehcir”) gibi cebrî yöntemler düşünülecekse bunun da tarihi nedenlerden dolayı çok büyük uluslararası tepkilere yol açmaması düşünülemez.

Bizce “koridor” için düşünülen daha önemli misyon, Türkiye’ye yönelebilecek yeni göç dalgalarını emecek bir tampon bölge olarak tasarlanmasıdır. Yeni göç dalgalarının ülke içine yönelmesi riski AKP’nin artık en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Bu etken de, “koridor”un içe dönük veçhesine eklenmelidir. Dışa dönük veçhesi ise şudur: İdlip’te kazanın suyu ısınmıştır; Türkiye Rusya’yı daha fazla oyalayabilecek durumda değildir. Kaldı ki, “barış koridoru” için ilk askeri adım atıldığında Suriye (ve Rusya) İdlip üzerinden yanıt verecektir. AKP yönetiminin telaşının bir göstergesi de, “koridor” meselesini acilen bir çözüme bağlayıp, üçlü (Astana üçlüsü) ve dörtlü (Türkiye, Rusya, Almanya ve Fransa) zirvelerle İdlip meselesine yeni tehir süreleri kazanma ve çözüm (sorumluluğu paylaşma) arayışı içine girmek istemesidir.

SURİYE’DE SORUMLULUKLAR

Bütün bu eleştiriye açık yönlerine rağmen “Barış Koridoru Mutabakatı”nın asıl sorunu maddelerinin belirsizliği ve Türkiye’den ziyade ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor oluşu değildir. Asıl sorun böyle bir “güvenli bölge” inşasının ta kendisidir. Derinliği ne kadar fazla olursa olsun, Türkiye’nin sözde çıkarlarına ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir bölge oluşturma fikri Türkiye açısından külliyen yanlıştır. AKP yönetimi, Suriye konusundaki mezhepçi ve maceracı politikalarının batağa saplanmış sonuçlarıyla yüzleşmek ve hâlâ mümkün olan hatadan dönüş çözümlerine yönelmek yerine, geçmiş hatalarını sözde bir “koridor başarısı” hikâyesi üzerinden ABD çıkarlarına teslimiyetle atlatmaya çalışmaktadır. ABD açısından ise “koridor” olayı kendi Suriye politikasının başarısının adeta tescili olacaktır. Rusya ile rekabet ettiği bir bölgede kendisine yer açma, kendi denetimindeki bir siyasi oluşum yaratarak Suriye’yi parçalama ve İsrail’in güvenliğine hizmet etme gibi hedefleri bakımından bu koridor bulunmaz nimettir.

Koridorun oluşturulması, Türkiye tek taraflı bir askeri harekâtla bunu sağlamıyor olsa dahi, askeri bir zorlamadır. Yabancı/komşu bir devletin egemenlik haklarına müdahaledir, topraklarının uluslararası hukuka aykırı olarak işgalidir.

Görülüyor ki, Türkiye’nin Suriye politikasının bugünkü kangren olmuş haline nasıl sürüklendiğini, AKP iktidarının bu gidişatta ne gibi sorumluluklar üstlendiğini tahlil etmeden sağlıklı bir gelecek senaryosu oluşturulamaz. Muhalefet de, AKP’nin temelden yanlış ve saplantılı Suriye politikasındaki sorumluluklarını teşhir etmeden yola çıkamaz, koridor politikasına veya askeri harekât “çözümlerine” destekçi gözükemez. Aslına bakılırsa, AKP yönetimi de en azından ister kendi içinde isterse örtük olarak, Suriye başarısızlığında kendi sorumluluklarını kabul etmeden doğru ve barışçı çözümlere yönelemez ve nitekim de yönelemiyor.

2011 sonrasında AKP iktidarının Suriye politikası, dış politikanın nasıl olmaması gerektiği konusunda uluslararası ilişkiler derslerinde okutulacak derecede önemli sapmalarla doludur. Gerçi sapmanın kökeni, İhvancı anlayışın uzantısındaki AKP zihniyetinin 2002 sonunda Türkiye’de iktidara yerleşmesi ve dış politikayı da kendi meşrebine göre düzenlemesinde yatmaktadır. 2011 sonrasında dış politikadaki kırılmanın görünür hale gelmesi ve hızlanmasının nedeni, bölgede tarihin akışının altüst olmasının AKP iktidarına verdiği yanlış sinyaller ve kendisini gücünün doruğunda hisseden bu iktidarın ayrıca “emperyalizme yaslanarak bölgede güç yansıtabileceği” hayallerine savrulmasıdır.

AKP iktidarı, hem bölgedeki gelişmeleri ve büyük güçlerin uzun vadeli pozisyon alışlarını yanlış okumuş, hem de “Arap Baharı”nın kendi içinde yaşadığı değişimi (özellikle Mısır örneğini) doğru algılama ve buna uyum sağlama yeteneğini gösterememiştir.
Suriye devletinin meşru yönetiminin emperyalizmin maşası olan cihatçı silahlı terör örgütleri aracılığıyla devrilmesine bu kadar takıntılı bir biçimde angaje olunması, bugün dahi iktidarın manevra alanını sınırlamaktadır. Bugün baş düşman ilan edilen PYD hareketinin dün baştacı edildiğini, Ankara’da kırmızı halılarla karşılanan PYD Başkanı Salih Müslim’in Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi için Türkiye’nin işbirliği teklifine yanaşmaması üzerine düşmanlaştırıldığını asla unutmamak gerekir.
ANAMUHALEFETİN YENİ
GİRİŞİMLERİ YETERLİ Mİ?
Kuşkusuz bugün bile askeri olmayan, ABD emperyalizminin güdümünde olmayan çözüm önerilerine hâlâ yer ve zaman vardır ve bunlara ilişkin bir dizi öneri geliştirilebilir. CHP Genel Başkanı, 8 Ağustos’ta Habertürk’ten Muharrem Sarıkaya’ya verdiği demeçte, madem iktidar yapmadı şimdi CHP olarak biz yapacağız; önümüzdeki sonbaharda uluslararası ve Suriye içi tüm aktörleri (terör örgütleriyle ilişkili olanlar ve SDG hariç) davet ederek “Cenevre Konferansı”na benzer bir Suriye konferansı toplayacağız, demiş. Esad ile doğrudan görüştükten sonra Suriye’nin kuzeyinde yaşanan pek çok sorun daha rahat aşılabilir; başka bir ülkede güvenli bir bölge oluşturmak istiyorsanız, o ülkenin yetkilileriyle bunu konuşmalısınız diye eklemiş. Türkiye’deki göçmenlerin oluşturulacak bölgeye yerleştirilmelerinde AB desteğinin de alınmasını vurgulamış.
Şimdi bir uluslararası “Suriye Konferansı” toplama fikri özünde iyi olabilir. Ama bu fikrin içinin (hem çağrılanlar bakımından hem de tematik olarak) doğru doldurulması gerekir. Yukarıdaki alıntı bizim değerlendirmelerimizle birlikte ele alındığında, toplantı konseptinde bazı sorunların olduğu görülmektedir. AKP’nin koridor saplantısını değişmez bir veri olarak kabul etmek yanlış bir başlangıç noktası olacaktır. Öte yandan, toplanması gereken ilk konferans ulusal nitelikte olmalı ve Türkiye’nin eleştirel kimlikli uluslararası ilişkiler uzmanlarını bir araya getirmelidir. Çünkü -daha önce söylediğimiz gibi- AKP’nin Suriye politikasının patolojik yapısını teşhir etmeden sonuçları ve sahte çözümleriyle meşgul olmak, zaman kaybından başka bir şey değildir. Siyaseten de doğru değildir. Kaldı ki, Kuzey Suriye ve güvenli bölge meselesi, uzun vadede Türkiye’nin içini de karıştırabilecek potansiyelleri barındırmaktadır.
Olay dönüp dolaşıp Türkiye’nin (bugün için AKP Türkiye’sinin) Esad yönetimi ile doğrudan temas kurmasının kaçınılmaz olduğuna gelip dayanmaktadır. Anamuhalefet, iktidarı buna zorlamak için iç kamuoyunu oluşturmak ve bu konuda ısrarlı bir kararlılık sergilemek durumundadır. Bu pozisyonun, ABD’nin bölge politikalarını cepheden karşıya almak anlamında olduğu kuşkusuz bilinmektedir.
CHP’nin yıllar önce daha cesur adımlar attığını, MYK üyesi düzeyindeki temsilcilerini birkaç kez Suriye’ye gönderdiğini ve bunların Esad ile de temaslar kurduğunu biliyoruz. Şimdi, AKP’nin Suriye politikasının gerçek bir çıkmaz içinde olduğu bir dönemde bunu eskisinden daha da vurgulu bir biçimde tekrarlamak ve yeni inisiyatifler almak için koşullar daha olgundur. İktidarın bunu sömürecek olmasından çekinerek bir iktidar mücadelesinin sürdürülemeyeceği açıktır.
Kuzey Suriye ve PYD meselesine gelince, Türkiye’nin Suriye devleti ile doğrudan teması ve Suriye’den hemen tamamen çekilmesi ne kadar gerekliyse, ABD gölgesinden kurtulmuş bir PYD’nin Suriye Devleti ile doğrudan müzakeresi de kendi uzun vadeli çıkarları açısından o denli yaşamsaldır. Her ikisi de şu an için zor gözükmektedir. Dolayısıyla bölgeyi uzun vadeli istikrarsızlıklar beklemektedir.