Geçen cuma günü yazdığım “Rusya için Suriye’nin önemi” başlıklı yazıda, Moskova’nın Şam iktidarını kollayan tutumunu ele almıştım...

Geçen cuma günü yazdığım “Rusya için Suriye’nin önemi” başlıklı yazıda, Moskova’nın Şam iktidarını kollayan tutumunu ele almıştım. Libya’nın yanı sıra Suriye’de de arabuluculuğa soyunan Kremlin’in, her ne kadar bu ülkenin muhalifleriyle de ilişki kurup onları Moskova’da toplamaya çalışsa da (şu ana kadar bu girişimler başarılı olamadı), temel olarak Esad rejimini desteklediğini vurgulamıştım.

Rusya, ilişkilerini yeni yeni güçlendirmeye gayret ettiği Batılı devletlerle arasının bozulmasını istemiyor, ama sonuçta iş Suriye’ye geldiğinde – şimdilik – ödünsüz bir tavırla uluslararası topluluğun olası siyasi ve askerî adımlarına set çekmek için oldukça aktif bir tavır sergiliyor.

Bunun gerisinde sadece Batı’yı frenleme isteği ve bölgedeki en temel müttefikini, onunla ticari ve askeri bağlarını (ve bu arada Suriye’deki Rus askeri üssünü) koruma çabası mı var?

***

Birkaç gün önce de Devlet Başkanı Medvedev, “Aslında Ortadoğu’daki CIA projesinin ana hedefi İran’dır” dedi. Yani Suriye “düşerse” ABD’nin, onu destekleyen İran’a uzanması kolaylaşacak. Washington zaten yıllardan beri Tahran’ı dize getirme rüyasıyla yatıp kalkmıyor muydu? İran’ın nükleer silah ürettiği iddiasıyla yoğunlaşan uluslararası baskılar, sonuçta oraya da “Irakvari” bir müdahalenin tasarlandığını akla getirmiyor muydu?

Şimdi Şam teslim alınırsa, bir yandan Hizbullah güç kaybederken, bir yandan da Tahran sallanacak. Ondan sonrası Allah kerim!..

Aslında ondan sonrası burada bitmiyor.  Son zamanlarda bazı Batılı gazetelerde dile getirilen senaryo ve “temenniler”in bir kısmı, burada ele alınmaya değer.

***

Batı’nın “baskıcı rejim” olarak yorumladığı devletlere karşı kullanabileceği pek çok yöntem var. (Burada Suudiler’i ve öteki “baskıcı dostlar”ı hatırlatma münasebetsizliğinden vazgeçin!) Hava ve kara operasyonu dışında, yoğun bir propaganda ve dezinformasyon eşliğinde, “hukukî girişimler” de gündeme gelebilir. Mesela, nükleer kırım silahı üretme iddiasından tutun da, kendi halkına ve muhalefete yönelik katliamlar yapmaya kadar…

Önce Suriye, sonra da İran operasyonunun bir bölümü, Esad ve Ahmedinecad’a yönelik bu tür suçlamalarla uluslararası davalar açılması olabilir.

Yalnızca onlara karşı mı? Bu “şık” ve “kullanışlı” yöntem, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyesi bazı ülkelerde de uygulanamaz mı? Mesela, Azerbaycan’da Aliyev’e karşı? Özbekistan’da Kerimov’a karşı? Belarus’ta Lukaşenko’ya karşı?..

Şimdi burada derin bir nefes alalım ve sorunun çapını büyütelim:

Ya da Rusya’da Putin’e (veya Medvedev-Putin iktidarına) karşı?..

Hemen “O kadar da değil, abartma, Rusya ile Batı ittifak içinde!” demeyin. Bunu ben de biliyorum. Ama Soğuk Savaş sonrasında, özellikle de “renkli devrimler”le birlikte canlanan bu tür senaryoların bugünlerde iyice arttığına, özellikle de şimdi “Arap Baharı” melodileri eşliğinde iyice dallanıp budaklandığı günlerde dikkatinizi çekiyorum.

***

Zaten uzun süredir Putin’in hanesine yazılanlar iyice birikti. Ne insan hakları ihlâlleri kaldı, ne otoriter rejim kurmalar! Bir de orman yangınları, patlamalar, terörist eylemler, etnik çatışmalar var. “Kullanılacak daha fazla malzeme” gerekir mi? İsteseniz ordudaki çürümeyi, gençler arasındaki uyuşturucu salgınını, insanların ekonomik ve ahlaki taleplerini de ekleyelim.

“Durum uygun olduğunda” NATO birlikleri Rusya’ya da “demokrasi getirmek” için harekete geçebilir mi dersiniz? Bugün olmaz tabii. Ama yarın? Öteki taraftan da Sibirya’nın devasa topraklarına da Çin orduları dalıvermez mi? Sonra kim kurtarır Rusya’yı? Kurtaran olsa da en fazla birkaç küçük devlete bölünmez mi Rusya?..

Alın size dünyanın yeni bir bölünmesi ve paylaşımı senaryosu! Ya çıkarsa?..

Rusya “düşerse” BDT’nin öteki üyeleri ne olur? Ve bu arada bütün çevresi ABD ve NATO tarafından kuşatılmış olan Türkiye ne olur?

“O kadar da değil, ey Amerika! One minut bakalım!” diye kükreseniz de, böyle bir ortamda sesinizi kaç kişi duyar? Ya da duyanlar size yönelik olarak da “insan hakları ihlâlleri ve otoriter rejime geçme” iddiasıyla bir uluslararası dava çiziktirivermezler mi iki günde?

Efendim? Bu yazı çok mu saçma oldu? Suriye’den başlayıp dünyayı alt üst eden senaryolarla zamanınızı boşa mı harcadım? Affedersiniz, belki de haklısınızdır, burada yazanlar deli saçmasıdır.

Ama ya değilse?..

Başbakanlar, ukala danışmanlarla çalışabilir mi?


Anadolu Ajansı muhabiri Kayhan Özer’in sabitlediği “o özel an”, Yıldırım Türker’in kalemiyle bütünleşerek tam anlamıyla ebedileşti.

O artık tarihî bir fotoğraf! Bir sanat eseri! Adı: “Başbakan ve danışmanları”…

Fotoğraf üzerinden gidilerek Tayyip Erdoğan ve beş danışmanı arasındaki ilişki üzerine herhalde daha çok şey konuşulacak ve yazılacak.

Ben de son günlerde bu konudaki sohbetler ve yazışmalarla hayatımın renklendiğini hissettim. Bir arkadaşımın yorumu aklıma takıldı kaldı:

- Başbakan’ın bütün danışmanları çok efendi, hallerinden belli!..

- Efendi mi? Hem danışman, hem de efendi mi?..

***

Düşüncelerim yıllar önce bu “efendilik” kavramını sorgulayıp tartıştığımız günlere uzandı.

- Falanca nasıl bir insandır?

- İyidir, efendi çocuktur...

Bu konuşmaları az duymuyoruz. Doğrusu, önceleri ben de kullanırdım bu garip tanımlamayı, kimin ağzında ne anlama geldiği belli olmayan “efendi” kavramını.

Artık başka anlatımlar bulmaya çalışıyorum. Benimle ilgili olumlu kanısını “efendi çocuk”, “efendi adam” diye başlayarak ifade eden az sayıdaki insan da artık bende derin bir kuşku yaratıyor.

Bakıyorum, bu “efendi” sıfatı, başka pek çok insana da uyuyor, onlar için de kullanılıyor.

***

Ne kastediliyor bu efendilikle? Kendi kendisinin efendisi olabilen insanlar mı?

Hayır. Kimisi için, saygı göstermesini becerebilen, kibar insanlar bu sıfatı hak ediyor. Çoğunluk ise, büyüklerinin ve başka otoritelerin yanında oturmasını kalkmasını bilen, gereksiz yere lafa girmeyen, aykırı görüşler ortaya atmayan, “peki efendim”, “haklısınız” veya “doğru söylüyorsun, abi” kelimelerini güzel telaffuz edebilen, uysal görünüşlü insanlara “efendi” diyor.

Tam tersi izlenim bırakan kişiler ise genellikle “ukala” olarak nitelendiriliyor. Özellikle de genel doğruları yinelemek yerine, kendi düşüncelerini üretip onları savunma cesareti olan kişiler böyle damgalanabiliyor.

***

İçinde bulunduğum gerek iş, gerekse de toplumsal çalışma ortamlarında, akraba ve arkadaş çevresinde ve tabii politika alanında, insanların otorite karşısında kolayca boyun eğdiğini ne kadar sık gözlemlediğimi düşünüyorum.

İlkokulda futbol oyunlarımızdan önce hemen herkesin, hem daha iyi oynayan, hem de yaşça ve boyca daha büyük olan bir-iki çocukla aynı takıma düşmeye çalıştığı; bu gerçekleşince çeşitli kabalıklara ve haksızlıklara nasıl göz yumduğu gözümün önüne geliyor.

Sonraki yıllar… Müdürlerle, patronlarla, komutanlarla, liderlerle ilişkiler… Göbek üzerinde birleştirilmiş uysal eller…

***

Bir politikacı, bir yurttaş, bir üye, bir oğul, bir öğrenci ne kadar “efendi”, ne kadar “ukala” olmalı diye düşünüyorum.

Birinci - olumlu - sıfata göre, ikinci – olumsuz - olanı daha çekici görünüyor bana. Özellikle de bizimki gibi otoriter yaklaşımların (ailede, okulda, çalışma yaşamında ve politikada) egemen olduğu toplumlarda, çıkardıkları tüm tatsızlıklara ve çatlak seslere karşın:

Varsın ukalalar, efendilerden fazla olsun!..

Ve yöneticiler, ve dahi başbakanlar, karşılarında el pençe divan duran ve aykırı fikir zikrederse koltuğunu kaybedebileceği kabusuyla yaşayan “efendi” danışmanlarla değil, gerçekten “danışabilecekleri”, özgün yaklaşımlara, yargılara sahip olan, ayrıca – burası çok önemli – kendi kişiliklerine saygı ve güven duyan “ukala” uzmanlarla mesai yapıp onlardan beslenmeyi öğrenebilsinler…