‘Cihan Devleti' hayali görenlerin önünde daha 7 yıl olsa da, AKP'nin Ortadoğu’ya yönelik öngörülerinin hemen tamamının şimdiden yanlış çıktığının altını çizelim

Sykes-Picot’a meydan okuyup NATO’nun cephe ülkesi olmak

BEHLÜL ÖZKAN*

Arap İsyanlarıyla birlikte Siyasal İslam için her şey ne kadar da güzel başlamıştı oysa. Türkiye’yi Ortadoğu’da ‘düzen kurucu aktör’ ilan etmenin verdiği özgüvenle Diyarbakır’a giden Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ‘tevhit inancı etrafında İslam medeniyeti’ni birleştirip sınırları kaldırıyor, yaklaşık bir asır önce Batı’nın çizdiği Ortadoğu haritasına meydan okuyordu: ‘Sykes-Picot’un bize çizdiği o kalıbı kıracağız’. Arap İsyanlarıyla Türkiye’nin eline tarihi bir fırsatın geçtiğine karar veren AKP, Ortadoğu’da çıkan her krize fırsat olarak yaklaşmanın Türkiye’ye ağır bir faturası olacağını hesaplamadan tüm sorunlara müdahil oldu. ‘Cihan devleti olma ideali’nin 2023’te gerçekleşeceğini öngören Davutoğlu, bu uğurda Türkiye’nin Ortadoğu’nun lideri olmasını ‘zorunlu bir tarihi görev’, ‘ilahi bir tevafuk’ (denk gelmek) olarak nitelendirdi.

‘Cihan devleti’ hayali görenlerin önünde daha 7 yıl olsa da, AKP’nin Ortadoğu’ya yönelik öngörülerin hemen tamamının şimdiden yanlış çıktığının altını çizelim. Dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, ‘Burası Baas’ın kurulduğu yerdir... Bu bir Arap milliyetçiliği hareketidir… Dışarıdan adam taşıyarak onu yıkamazsınız’ şeklindeki Suriye’ye yönelik uyarılarına Erdoğan’dan ‘Sen kendini üzme, 6 ay içinde bitecek bu iş’ cevabını almış, Davutoğlu ise vadeyi daha da kısaltmıştı: ‘6 ay sürmez efendim.’

Revizyonist dış politika

Türkiye’nin 2011 sonrası dış politikasının uluslararası ilişkilerdeki karşılığı revizyonizm: Bir ülkenin statükonun kendi çıkarlarına uygun olmadığına karar verip; mevcut düzeni değiştirebilecek imkân ve kapasitesi olduğunu hesaplayarak harekete geçmesi. Dış politikada revizyonizmin barışçıl yollardan tüm bölgesel ve küresel aktörlerin de rızasını alarak mümkün olabileceğini vurgulayalım. Boğazların kontrolünün uluslararası komisyonda olmasına 1930’larda karşı çıkan Türkiye’nin, Montrö Antlaşmasıyla statükoyu değiştirerek Boğazlar üzerinde egemenliğini sağlaması barışçıl revizyonizme örnek verilebilir. Ancak 20. yüzyıl statükoyu değiştirmek için dış politikasında silah ve şiddet kullanan ülkelerin halklara yaşattığı acılarla dolu: 1930’lar Almanya ve İtalya’sı, 1967 sonrası İsrail, İran ve Kuveyt’e saldıran Saddam’ın Irak’ı… Hepsi tarihe yön vermek ve kutsal bir misyon iddiasıyla hareket ederek; 1000 yıl sürecek imparatorluk (reich), ‘mare nostrum’ (Akdeniz’in ‘bizim deniz’ ilan edilmesi), Nil’den Fırat’a ‘Büyük İsrail’, Babil krallığını yeniden kurma hayallerinin peşinden gitti. Hepsi de hüsranla neticelendi.

‘Nerden baksan tutarsızlık’

Sınırları ortadan kaldırıp, Ortadoğu’da rejimleri değiştirmek için yola çıkan AKP, revizyonist dış politikayı uygulamaya ilk etapta ürkek adımlarla başladı. Ancak zaman içinde; ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ noktasından, ‘sadece hava harekâtı ile burada (Suriye) netice almak mümkün değil. Bunun bir kara harekâtı olması şart’ diyerek Batı’nın Ortadoğu’ya müdahalesinde ısrar eden bir pozisyona savruldu. Türkiye’nin 2011 sonrası dış politikası hem varmak istediği hedefleri ve değerleriyle, hem de bu hedeflere ulaşmak için kurduğu ittifaklarla birlikte değerlendirildiğinde ciddi tutarsızlıklar içeriyor. Öncelikle ‘tarihi görev’ ve ‘ilahi tevafuk’ iddialarından yola çıkarak gerçeklerle temasın yitirildiğini, dış politika amaçlarının adeta metafizik içinde belirlendiğini söyleyelim. ‘Rabbimiz seçim dedi’, ‘kıyamete kadar buradayız’ gibi siyaset biliminden çok metafiziğin ilgi alanına giren argümanlar iç siyasette kullanışlı olsa da, uluslararası ilişkilerde aynı etkiyi göstermiyor.

Arap İsyanlarını fırsat bilerek Tunus’tan Suriye’ye uzanan coğrafyada İhvan partilerinin başa geçmesi için Suudi Arabistan ve Katar gibi totaliter rejimlerle işbirliği yapan Türkiye, ittifak içinde çıkar çatışmaları çıkıp işler sarpa sarınca kendisini ‘değerli yalnızlık’ ile savundu. İnsanın aklına ister istemez Suudi ordusunun Bahreyn’de demokrasi taleplerini bastırmasına ses çıkarmazken, Suriye’de cihatçı örgütlere Körfez ülkeleriyle beraber destek verirken Türkiye hangi değerleri savunuyordu sorusu geliyor. Ancak tutarsızlıklar ve savrulmalar bununla sınırlı değil.

2011’de ‘Suriye bizim iç meselemizdir’ denilerek dış politika son derece yanlış bir pozisyona sabitlendi. Ankara’nın Rusya ve İran’ın ‘Suriye’de ne işi var’ çıkışları, bölgesel ve küresel güçlerin rekabetine sahne olan Suriye’nin Türkiye’nin iç meselesinden ibaret olmadığının da itirafıydı. Üstelik Suriye’de Esad’ı devirmeye en istekli aktörlerin başında gelen Ankara, Esad’ın en büyük destekçisi Kremlin’le başta enerji ve inşaat olmak üzere birçok alanda yakın işbirliğine gitmekte beis görmedi. Türkiye doğalgazda %55 oranında Rusya’ya bağımlıyken, kör gözüm parmağına şeklinde Akkuyu nükleer santral ihalesi Rusya’ya verildi. NATO üyesi Türkiye Şanghay İşbirliği örgütüne girmek için başvurdu. Ortadoğu’da cihatçı örgütlerle yakın ilişkiler kuran AKP, radikal İslamcı gruplara karşı mücadele eden Rusya ve Çin’in başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütüyle ‘ortak kader’ birliği içinde olduğunu beyan etmekte bir çelişki görmüyordu. Ancak AKP dış politikası Rusya ile yaşanan son uçak kriziyle birkaç gün içinde başka bir uca savruldu. Sanki Cumhurbaşkanı Erdoğan iki ay önce Putin ile birlikte Moskova Camiinin açılışına beraber katılarak bayram namazını orada kılmamış, Diyanet İşleri Rusya’nın işgal ettiği Kırım’da camii inşa etmek için kolları sıvamamış gibi bugünlerde iktidarın aydınları Rus ‘yayılmacılığını’ keşfedip bunun üzerine yazılar kaleme almakla meşgul. Tüm bu çelişki ve tutarsızlıkları bir arada değerlendirince dış politikaya ilkeler ve değerlerden çok, müşterisine taksimetre açmayan taksici, turiste kafasına göre hesap yazan lokanta esnafına benzer bir şark kurnazlığının egemen olduğu sonucuna varmak mümkün.

Batıyla fetihe çıkmak

sykes-picot-a-meydan-okuyup-nato-nun-cephe-ulkesi-olmak-93917-1.

Türkiye’nin Suriye politikasının ne kendisine ne de bölge haklarına faydası varken, Ankara yanlış dış politikada ısrarlı. Putin açıkça elini Suriye’den çekmeyen Türkiye ‘pişman olacak’ derken; ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere IŞİD’le savaşmak için askeri kuvvetleriyle tekrar Ortadoğu’ya geliyor. Batı’nın sömürgeci güçlerinin kurduğu ve Sykes-Picot olarak adlandırılan düzene meydan okuduğunu iddia eden AKP, bugün Suriye’nin geleceğinin Cenevre ve Viyana’da belirlenmesine karşı çıkmayı bırakın, Batı’nın liderliğinde kurulan masaya dâhil olabilmek için fırsat kolluyor. Kısaca Ortadoğu’nun geleceğine bölge halkları değil, tıpkı bir asır öncesinde olduğu gibi Batılı güçler karar veriyor.

Irak, Suriye, Yemen, Libya iç savaşlarla parçalanırken, İslam coğrafyasının köy ve şehirleri insansız hava araçları eşliğinde savaş uçaklarıyla bombalanıyor. Çok değil daha iki ay önce ABD’nin Afganistan’ın Kunduz şehrinde hastane bombalayarak 19 kişiyi öldürmesi üç satır haberle geçiştiriliyor. Demem o ki, yabancı güçlerin Ortadoğu’ya yönelik askeri müdahalelerinin meşruluğu sorgulanmıyor bile. Türkiye yapıcı bir tutum takınarak Ortadoğu’nun sorunlarını içeriden çözme iradesi göstermek yerine, Osmanlı padişahlarının isimlerini kullanan silahlı birlikler ve Fetih Ordusu kurmakta diretiyor. Fetheden kim, fethedilen kim sorularına bakmadan, fetihe Batı’nın desteği aranıyor.

‘Cihan devleti’ olmak adına çıkılan yolda savrula savrula 4 yılda gelinen nokta, iki kutuplu dünyanın yıkılmasıyla kendisine bölgesinde daha bağımsız bir dış politika alanı açmayı amaçlayan 1990’ların Türkiye’sinin de gerisinde. Bugün Türkiye AB ile mültecilerin yaşadığı insanlık trajedisi üzerinden pazarlık yapan, NATO ile Rusya arasındaki gerilimi kullanarak askeri ittifakın kanatları altına girmeye çalışan, Soğuk Savaş dönemini andırırcasına Batı’nın cephe ülkesi olmaya talip bir görüntü içinde.

Yazının sonuna yaklaşırken aklınızda şu sorular belirmiş olabilir: Ortadoğu halklarının geleceğine neden Batı karar veriyor? Türkiye neden Ortadoğu’nun bölgesel aktörlerinin birçoğuyla kavgalı? İslam ülkeleri tüm anlaşmazlıklarını bir kenara bırakıp neden kendi içlerinde barış gücü kurarak çatışmaları durdurmuyor?

Tüm bu sorulara 13 yıldır iktidarda olan İslamcı bir partinin nasıl olupta olumlu cevap veremediğinin beni şaşırtmadığını belirtmeliyim. Siyasal İslam’ın geleneğinde Türkiye’den binlerce kilometre uzakta Kore’de savaşarak hayatını kaybedeceklerin ‘şehit’ olacağı fetvasını veren Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, Arap milliyetçiliğinin bağımsızlık mücadelesine karşı ABD ve İngiltere öncülüğünde kurulan Bağdat Paktını ‘Garp emperyalizması arabasına koşulan Şark memleketlerinin, kendi aralarında ve kendi milli dava ve menfaatleri adına müstakil bir şuura varmaları’ olarak tanımlayan ‘üstat’ Necip Fazıl var. Emperyal hayaller kuranlardan, emperyalizm karşıtlığı bekleyerek ‘haksızlık’ etmeyelim.

* Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi