Google Play Store
App Store

“12 Eylül ve sonrasında yaşanmış Özal dönemi Türkiye’de devrimci mücadeleyi devrimcileri hem ideolojik hem örgütsel anlamda ezmek üzere kurgulanmış bir ara dönemdir.”

TAKSAV Politika Notları: Bu topraklarda devrimcilik yapmayı başardık
Fotoğraf: BirGün

YUSUF TUNA KOÇ

12 Eylül’ün 42. yıl dönümünde, TAKSAV Ankara’nın düzenlediği etkinlikte konuşan aynı yolun üç farklı kuşaktan temsilcisi Devrimci Yol davasının 8 No'lu sanığı Tayfun Mater, SOL Parti PM Üyesi Bülent Forta ve SOL Parti MYK Üyesi Göksu Cengiz; “Sol 12 Eylül’de neyi başardı?” sorusuna yanıt aradı. Tayfun Mater, 68 ve 78 kuşaklarını aynı mücadelede birleştiren gücün geçmiş önderlerin mirası olduğunu dile getirirken, Forta “Sol, bu ülke topraklarında devrimcilik nasıl yapılır onu gösterdi” dedi. Göksu Cengiz ise 12 Eylül’e tanık olmadan yaşayan bir kuşağın temsilcisi olarak darbenin bugüne uzanan ideolojik yıkımına değindi.


Bülent Forta: Birkaç şeyi vurgulamak lazım 12 Eylül Türkiye sol tarihi açısından ne ifade ediyor? Bunlardan biri Carter’in kulağına fısıldanan cümle. Dünyadaki devrimler öncesi sözler vardır, Marie Antoniette’in “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” Danton’un “Devrimciler kendi evlatlarını yiyor” cümleleri bunlar o tarihsel olayları özetleyen sözlerdir. 12 Eylül’ün de karakterinde böyle sözler vardır. Bunlardan birisi “Your boys have done it” cümlesi. ABD Başkanı Carter’in kulağına “Senin çocuklar darbe yaptı” deniyor. 12 Eylül bundan dolayı her şeyden önce bir Amerikan çocuğudur. Hiç şüphe yok ki 12 Eylül darbesi Amerikancı bir darbedir. O günün dünya konjonktüründe İran Devrimi ardından SSCB’nin Afganistan işgali üzerine 12 Eylül Türkiye’de bir devrimci ayaklanmayı önlemek için yapılmış bir darbedir. Yine darbe sonrasında Halit Narin’in darbeyi karşılarken “O güne kadar işçiler yürümüştü bugünden sonra biz yürüyeceğiz” cümlesi. Bu da 12 Eylül’ün sınıfsal özünü, işçi düşmanlığını ifade eder. 12 Eylül sonrası hapishanede MHP davasında yargılananların “Fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” cümlesi. Bu da 12 Eylül’ün faşist bir darbe olduğunun faşistler tarafından itirafı. Yine Perinçekçiler de sıkı bir 12 Eylül destekçisidir, Amerikan destekçisidir. SSCB direngen güç, ABD eriyen güçtü bu yüzden Sovyetlerin zayıflaması için Amerikan etkisini savunmuşlardır. Bugün dediklerine bakmayın. Bir de hukuksuzluğu ifade etmek için doğrudan Kenan Evren’in sözü; “Bir sağdan bir soldan astık.” Bir cuntacının adaletin durumuna bakışı. Ama daha önemlisi şu sözüdür; “Eğer ben bugün bu kürsüde olmasaydım şimdi Terzi Fikriler olacaktı” cümlesidir. Bu da darbenin devrimcilere karşı olduğunu net şekilde gösteriyor. Son bir anekdot daha olsun Aziz Nesin’in 1984’te aydınlar bildirgesini imzalarken söylediği olağanüstü bir cümlesi vardı. Kenan Evren bildirgenin demokrasi talebine karşılık olarak “Ne yapayım böyle aydını Vahdeddin de aydındı ama vatan hainiydi” der. Bu söz Aziz Nesin’e sorulunca şunu der “Vahdeddin aydın mıydı bilmem ama devlet başkanı olduğu kesindi” der.

Dolayısıyla 12 Eylül ve sonrasında yaşanmış Özal dönemi Türkiye’de devrimci mücadeleyi devrimcileri hem ideolojik hem örgütsel anlamda ezmek üzere kurgulanmış bir ara dönemdir. 12 Eylül bütün demokratik kazanımların üzerini kapatan, gerici bir anayasayı dayatan, siyasi partiler rejiminden seçim kanununa kadar, yüzde 10 barajına kadar yeni bir siyasal düzen ortaya koyan ve etkileri bugün hâlâ bizim hayatımızda süren bir askeri darbe örneğidir. Bunun önemi şurada. 12 Eylül’ün ardından Özal liberalizmi, 24 Ocak Kararları’yla kurduğu bağlantı arkasından duvarın çöküşü bu yenilgiyi örgütsel bir yenilgi olmaktan çıkarmış ideolojik olarak da devrimci düşüncelere olan inancın sarsıldığı uzun bir tarihsel aralık haline gelmiştir. Bugün de etkileri hâlâ sürüyor.

12 Eylül işkencecisini yarattı

12 Eylül ile ilgili çok konuşuldu, binlerce insan işkence gördü, darağaçlarında can verdi. Ciddi bir toplumsal baskı ortaya çıktı. 12 bin kişilik Artvin’de bin 300 kişilik Devrimci Yol davası yapıldı. Bunlara Fatsa, Yeni Çeltek gibi davaları da eklediğiniz zaman ülkenin her yerinde çok büyük ana davalarla ülke üzerinde ciddi bir baskı kuruldu. Bu darbenin bir başka yüzü daha var. O da işkence yapılan kadar işkenceci yarattı. Askerliğini yapmak için Mamak’a gelmiş, Fatsa’ya Artvin’e gelmiş ve o ortamda işkence yapan binlerce kişi var. 12 Eylül kendi işkencecilerini yaratan bir toplumsal hayat dizayn etmiştir ki bu da bir insan için başka bir dramdır. Düşünün siz işkence tezgâhında işkence görüyorsunuz, işkence yapan askerliği bitirip köyüne işine dönüyor. Artık normal bir hayata girebilme ihtimali yok. Dolayısıyla bir zihinsel hesaplaşma yapılmasında bu toplumsal suç ortaklığını da ortaya koymak gerekiyor.

12 Eylül böyle bir kötülükler imparatorluğuydu. Peki, sol ne yaptı, nasıl karşılık verdi. 12 Mart devrimcilerinin yenilgisi, Kızıldere ile sonuçlanan yenilgisi bir ideolojik yenilgi olmadı. Örgütsel olarak bir bastırma olarak yaşandı. Tabii ki bir 12 Eylül provasıydı işkence ve baskılarıyla ama çok kısa süre sonra bir sonraki devrimci kuşak olarak biz devrimci mücadeleye atladık. Mahir Çayan’ın 68 devrimcilerinin ideolojik haklılığı, fedakârlıkları kahramanlıkları konusunda en ufak şüpheye sahip değildik. 12 Mart’ta lise öğrencileriydik ama 12 Mart sonrası ülkenin her tarafında pıtrak gibi mücadeleyi örgütleyen bir kuşak geldi. Bizim kuşak ile 68 kuşağı arasında çok ciddi bir korelasyon ortaya çıktı. Bu iki devrimci kuşağın yarattığı sinerji çok ciddi bir mücadele süreci yaşattı. Belki de biraz 12 Mart’ta sol hareketi bastıramadığını düşünen güçler, hemen sonra hareketlenen devrimci kuşağa karşı da çok ciddi bir sivil faşist saldırı dalgasıyla karşıladı. 1974 yılında biz ODTÜ’ye girdiğimizde daha okul açılmadan dışarıdan gelen faşistlerin saldırılarıyla karşılaştık. Kissinger’in gelişini protesto ediyorduk. Bunun bir MHP saldırısıyla karşılaşması aslında bize ideolojik olarak ne kadar haklı odluğumuzu ortaya koydu. O günün faşistlerinin Amerikan projesi olduğuna ilişkin çok net bir durum yarattı. Henüz solcuların devrimcilerin silahlarının olmadığı bir dönemde böyle bir durumla karşılaştık. Büyük bir saldırı Türkiye’nin her tarafında meydana geldi. Bir sürü devrimci insanın faşistlerin saldırısıyla öldürülmesi gündeme geldi. Olay sadece bu değildi büyük bir örgütlenme ortaya çıktı. Faşistler demagojiye de başvurdu silahları bırakalım deyip bir yandan arkadaşlarımızı öldürüyorlardı. Biz de kendimizi savunacak şekilde örgütlenmeye çalışıyorduk. Biz sanki silahla saldıran bir hareketmişiz gibi köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Silahları bırakalım kampanyası büyüyüp ülkü ocakları ile DEV-GENÇ karşı karşıya geldiğinde ülkücüler silahları bırakalım dedi, DEV-GENÇ de “Devrimcilerin bırakacağı silah yok” dedi. Yani bu iki manaya gelir, birincisi silahımız yok ikincisi bırakacak silahımız yok. Bu aynı zamanda 12 Eylül’e doğru giden, faşist saldırılarla devrimcilerin ilerleyişini engellemeye çalışan bir özel harp savaşı olarak, yani özel harp dairesinin odalarında örgütlenmiş bir faşist hareketin karşısında güçlü bir direniş meydana geldi.

taksav-politika-notlari-bu-topraklarda-devrimcilik-yapmayi-basardik-1065051-1.



Faşist saldırılar darbe ortamını hazırladı

O aralıkta Ecevit ve sosyal demokrat hareketin yükselişinin, ilk defa sağın ikinci parti durumuna düşecek duruma gelmesiyle saldırılar da şiddetlendi. Bu saldırılar yoluyla solu bastırmak da aynı zamanda da daha açık bir faşist rejime doğru Türkiye’yi zorlama noktasında bir tutum haline geldi. 1978’deki Ecevit’in seçim başarısı arkasından Maraş’ta, Malatya’da Çorum’da Ecevit sıkıyönetim ilan edene kadar süren ve yükselişindeki bütün ilerici sözlerden vazgeçen, “Kontrgerillayı dağıtacağım”, “Toprak işleyenin su kullananın” gibi sözlerinden vazgeçmesini sağlayan bir faşist saldırı dalgası ile karşılaştık ve zaman zaman CHP iktidarı MC iktidarlarıyla yer değiştirdiği bir durum ortaya çıktı. Ve bu arada Türkiye’de okulların şehirlerin paylaşıldığı küçük çapta bir iç savaşın Türkiye’nin her tarafında gündeme sokulduğu bu arada da sıkıyönetim ilanı ile de orduyu siyasete salarak 12 Eylül’ün yolunu açtı. Devrimci Yol sıkıyönetim ilanı ile birlikte hem darbeyi öngörmüş hem de bu olası askeri yönetime karşı bir antifaşist mücadeleyi ete kemiğe büründürdü. Bu çerçevede yeni bir hayat tarzını ortaya koyduğu Yeni Çeltek Direnişi gibi bir direniş çizgisini de ülke çapında örgütlemek. Böyle önemli bir siyasi çizginin tutulmasına rağmen biraz hareketin kendi zaafları, biraz solun çok bölünmüş rekabetçi yapısı, ama bir o kadar da önemlisi; o gün işçi sınıfı içerisinde örgütlü olan o günün Sovyetik hareketleri olan TKP gibi hareketlerin bütünüyle bu mücadeleden sıyrılmış ve darbenin önüne bir direniş koyamamasıdır. Çünkü bir faşist darbeyi engellemeye sadece bizim gücümüzün yetmeyeceği 80’lerin başında ortaya çıkmıştı zaten. Güçlü bir işçi hareketi ortaya çıksaydı çok daha farklı şekilde karşı koyabilirdik. Sosyal demokratlar da benzer şekilde meseleyi sağ-sol çatışması olarak gören bir noktada duruyordu ve CHP’lilerin taşrada koruyucuları devrimciler olmasına rağmen CHP bir direniş barikatının kurulmasında çok ikircikli davrandı. Dolayısıyla bir askeri darbe önüne geçilebilmesi için ana gövdesi Devrimci Yol olmak üzere bir siyasal küme dışında bu gidişi engelleyebilecek bir güç ortaya çıkmadı. Nitekim darbe olduktan sonra DİSK yöneticilerinin hemen teslim olması vs. biraz da aslında solun o günkü olgunluk derecesinin bir askeri darbeyi engelleme düzeyinde olmadığını gösterdi.

Birkaç şeye dikkat çekmek gerek. 12 Eylül’ün gelmesinden hemen sonra saldırıların kesildiğinden, ülkenin güllük gülistanlık olduğundan bahsederek, öncesindeki olayların provokasyon olduğunu iddia ederler. Bu doğru değildir, 12 Eylül’e karşı direniş ilk gününden itibaren aylarca sokak gösterileri, mahallede korsanlar, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dağa çekilmelerle 84’e kadar azala azala çeşit çeşit şekillerde devam etti. Biz yakalandık hapse girdik başka arkadaşlar farklı şeyler yaptılar. İşte bunlara provokasyon demek için sabah sağcıyı vuran silah akşam solcuyu vuruyordu diyerek o dönemki çatışmanın sınıf mücadelesine dair olmadığını göstermeye çalışan bir masal, bir uydurma sürüyor. Zaman zaman devrimcilerin silahlarının faşistler tarafından gasp edilmesi gibi bir olay sonrasında böyle bir yalana dönüşür. Ama 12 Eylül’ün en büyük problemi, tarihsel olarak bugüne varan meselesi, ideolojidir. Bunun bir yanı aydınlar ocağı eliyle Türk-İslam sentezinin komünizmi engellemek için rejimin ideolojik ayağı haline getirmesidir. Bugünkü AKP-MHP iktidarının nüvelerini o günden görebilmek mümkün. İkincisi, iktidarı Özal’a teslim edip Türkiye ekonomisinin bir liberalizasyona tabi edilmesidir. Bugünün neoliberal yağmasının o günden yolunun açılmasıdır.

Başka bir hayatın ayak izlerini bıraktık

Bugün Türkiye’yi 12 Eylül öncesinin iki marjinal partisi yönetiyor. MHP ve o dönem AKP’nin temeli olan Milli Selamet’in toplaşanız en fazla yüzde 20 oy alabildiği bir iktidar bloku bugün ülkeyi yönetiyor. Bugün yaşanan rezaletin, solun devrimcilerin biraz da Amerikan politikalarının güdülemesiyle ezen, toplumsal dinamiklerini yıkan ve kriminalize eden anlayışının bugün yaşadığımız ülkede ciddi bir etkisi vardır. Özal liberalizmi, ardından duvarın yıkılması, ardından Kürt sorununun yükselişi ile birlikte kimlik meselesinin siyasetin ana gündemi olması ile sol siyaset zemininden uzaklaştırıldı. Ancak sol en yok olduğu zamanlarda bile bir anda bir toplumsal dalga ile kendini var ediyor. Gezi bunlardan bir tanesi. Bugün tekrardan AKP MHP blokunun yıkılması için biriken enerji, toplumun her kesiminde kadınlardan mühendislere bir mücadele çizgisinin sürekli mayalanması pek de öyle ev hesabının çarşıya uymadığını gösteriyor. Bu da devrimcilerin koşullar ne olursa olsun vazgeçmediği bir mücadele çizgisini gösteriyor.

Neyi başardık, bu ülke topraklarında devrimciliğin nasıl olabileceğini göstermeyi başardık. Bugün Anadolu’da modern bir hayat tarzını sürdüren tüm toprak parçalarında mutlaka devrimcilerin ayak izi vardır. Hopa’ya gittiğinizde, Çekerek’e gittiğinizde bunu görürsünüz, Artvin’in Yozgat’ın diğer ilçelerinde olanlardan başka bir şey görürsünüz. Hepsinin ayak izlerini görmek mümkün, tüm kaybettiğimiz arkadaşlarımızın. 12 Eylül bizi yok edemedi, hatta lanetle anıldığı bir gün haline geldi, bunu başardık. Bugünkü toplumsal güç dağılımı kimseyi karamsarlığa sürüklemesin, tüm ideolojik aygıtlarıyla sermayeleriyle toplumun üzerine yüklenmelerine rağmen hâlâ toplumun yüzde 60’ını ikna edememişler, peşlerine takamamışlar. Bunun en onurlu sahiplerinin de bu salonda bizi dinleyen arkadaşlarımız olduğu kadar bizi buraya kadar taşıyan bir tarih olduğunun da bilinmesi gerekir.

77 1 Mayıs’ı kırılma noktası oldu

Tayfun Mater: Konumuz neyi başarmıştık. Şöyle başlayayım, 71 hareketi, daha doğrusu 68’de başlayıp 71’de zirve noktasına çıkan ve 72’de son bulan hareketimiz egemenlerin artık bu iş bitti demesi ve biraz da bu hareketin içindeki lümpenlerin sorunları yüzünden 74 affıyla çıktığımız gün durum pek iyi değildi. Sonuçta 11 Eylül 73’te Allende devrildi, bir ay sonra Ecevit seçimi kazandığı için tahliye edildik. Sadece 2-3 kişi 14 yıl içeride kaldılar. Diğer herkes dışarı çıkabildi. Fakat çıktığımızda hem THKP hem THKO hem de TİKKO hareketleri içerisinde bölünmeler vardı. Genellikle okullarımıza dönüp yeni bir hareketlenme nasıl olabilir diye bakıyorduk. Tam o sırada faşist saldırılar üniversitelere yönlendi. Önce İstanbul sonra Ankara’ya da yayılınca ADYÖD, ODTÜ-DER gibi örgütlenmeler başladı. Biz geçen hapis hayatı sebebiyle biraz daha gerideydik. Hızla örgütlenme başladı özellikle Devrimci Genç dergisi etrafında. ADYÖD ve ODTÜ-DER etrafında ciddi bir örgütlenme başladı. Genel olarak Kürt hareketi de katılıyordu. İstanbul’da ciddi bir çatışma ortamı başlayıp Ankara’ya da yayılınca tam bir hareket halini almaya başladı örgütlenme. ODTÜ’de ciddi saldırılar oldu ciddi kayıplarımız oldu.

1 Mayıs 1977 aslında hareketimiz için büyük bir kırılma noktasıydı. O gün artık ne yapılacağına ilişkin yapılan tartışmalar bugün hâlâ sürüyor. O gün Devrimci Yol ilk sayısıyla çıktı. Fakat 78’den itibaren faşist saldırılar inanılmaz boyutlara ulaştı. İstanbul’a destek için bazı arkadaşlarımız Ankara’dan gittiler. O dönem Devrimci Sol ve türevi hareketlerin önde durma halini bizim arkadaşlarımız engelledi. Ankara’da durum iyi gözüküyordu fakat mahalleler açısından iyi durumda değildik. Sadece Ankara değil Türkiye için de ciddi sorunlar vardı. İstanbul’da Nizamettin’in 11 Eylül 1978’de öldürülmesinden sonra askeri örgütlenme anlamında çalışmalarımıza hız verdik. Özellikle en başta Ankara, Karadeniz, Ege, Orta Anadolu, Akdeniz, Doğu Anadolu ve İstanbul’da Devrimci Yol gücünü göstermeye başladı.

Esas olarak bizim devamında özellikle yeni gelen arkadaşlar bize o desteği vermeseydi hiçbir şey olmazdı. Biz o zaman öbür hareketlerle de toplasanız 30-40 kişiydik. Kimileri içeriden çıktı aydınlıkçı vs. oldu. Esas olan Mahir, Hüseyin, Ulaş isimlerinin hâlâ Türkiye’de yaygın şekilde saygı görmesi, bunlar önemliydi. Biz eğer 74’ten sonra bir şey yapabildiysek onlar sayesinde, Denizler sayesinde oldu.

Kimse sağın fikirlerini hatırlamıyor

Göksu Cengiz: Ben de belki bugünden 12 Eylül’ü yaşamamış ama dinlemiş, anlatılanlardan dinlemiş siyah beyaz filmlerden dizilerden izlemiş bir kuşağın üyesi olarak, bizim hayatımıza ne bıraktı, o gün mücadele edenler bizim için ne ifade ediyor birkaç şey söylemek isterim.

12 Eylül’ün baskıcı ve solun üzerinden geçen, örgütsel bağları koparan, toplumu teröre ve şiddete maruz bırakan halini artık kabul etmeyen kimse kalmadı. Ancak belki bir kere daha altı çizilmesi gereken nokta bizim kuşaklarımızı en çok etkileyen nokta 12 Eylül’ün solun örgütsel bütünlüğüne ve fikri hegemonyasına verdiği zarar olduğunu düşünüyorum. Ciddi bir örgütsüzlük ve siyasetin dışına itilmiş genç kuşaklar getirdi. Kendi gelecekleri için mücadele eden insanların fikirlerinin bütünlüğünü ifade etmesine rağmen sola uzak duran, örgütsüzlüğün içerisinde devinmeyi getiren bir sonuç doğurdu. Belki hepimizin kabul edebileceği bir şey var ki geriye dönüp bakıldığında evet sağ fikirler hatırlanmıyor. Sağ fikirlerin genç kuşaklarda bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün değil bunun en net karşılığı Gezi idi. Oradaki taleplerin belki de solun 80 öncesinde savunduğu değerlere bir saygı duruşu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ne yazık ki orada kaybettiğimiz bir şey varsa o da bütün bu talepleri, bütün bu fikri mücadeleyi ifade edecek genç kuşakların yeniden yan yana gelmesini sağlayacak bir mücadeleyi eksik bıraktı. Kendi mücadelesini kendisi vermeyen, siyaseti kendi dışında bir gruba atfeden bir siyaset düzlemi yaratılmış oldu. 1980 öncesinin en önemli unsurlarından biri de kendi öz gücüyle siyaset yapmayı bilen bir halk yaratmayı başarmış olmasıydı. Belki bugün Türkiye toplumunun tekrar hatırlamaya başlaması gereken, bu çabaya destek vermemiz gereken hikâye tam da burada başlıyor. Kendi hakkını arayan ve kendisi için mücadele eden bir toplum yaratmak fikrinden geçiyor. Sola dair en önemli tahribatlardan biri bu oldu. Bugün de belki bunun izlerini taşıyan bir mücadelenin parçası olabilmek hepimiz için anlamlı diye düşünüyorum. Hem bize mücadeleyi hayatları boyunca taşıyarak böyle yürümeyi ve yaşamayı öğreten herkesi ve birlikte yürümekten onur duyduğumuz, kaybettiğimiz herkesi saygı ile anıyorum, umuyorum biz de bu onurlu yürüyüşü sonuna kadar götürebiliriz.