Tecavüzcüden yönetmen olur mu?

MURAT TIRPAN

#Metoo gibi hareketlerin bize kazandırdığı en önemli şey bu tür suçları işleyen erkeklerin afişe olmasından, ceza almasından çok susan birçok kadına yaşadıklarını anlatma cesareti vermiş olmasıdır. Çünkü hikâyeler bu işe de yararlar, anlatılmaları suskunluk sarmalını kırar ve tepkiye giden yolu açar. Böylesi bir cesaret dalgası sadece gündemde dolup bitenlere dokunmaz, artık sıkça tanık olduğumuz gibi geçmişin tozlanmış ve üzeri örtülmüş günahlarının da ortaya çıkmasına vesile olabilir. Özellikle sinema dünyasında bunun örneklerini görebiliyoruz, büyük sanatçı payesi verdiklerimizin genelde o payenin avantajlarını kullanarak yaptıkları küçüklükler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde yine esaslı bir protestoya hedef olan yönetmen Roman Polanski de bunlardan biri.

On üç yaşındaki bir çocuğa tecavüz iddiasıyla suçlanan Polanski tepki çekse de Fransa’nın Oscar’ı olarak da bilinen César Sinema Ödülleri’nde bu yıl on iki dalda aday gösterilmişti ve törenin sonunda da en iyi yönetmen ödülünü kazandı. Tören olaylıydı, izleyenlerin arasında bulunan bu yılın en iyi filmlerinden Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi filminin başrol oyuncusu Adèle Haenel, ödül verilmeden hemen önce tek başına kalkarak bu durumu protesto edip salonda ayrıldı. Çıkarken de “Yaşasın pedofili, bravo pedofili!” diyerek tepkisini sürdürdü. Haenel ayrıca geçtiğimiz günlerde yaptığı bir başka açıklamada Polanski’ye adaylık verilmesinin cinsel saldırı mağdurlarına saygısızlık olduğunu dile getirmişti. Haenel ‘in kendisi de aslında bir taciz mağduruydu, Fransız yönetmen Christophe Ruggia’nın kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu açıklamıştı. Bunun yanında Polanski’nin ödül kazanması sadece Fransız oyuncunun hedefinde değildi, salonun dışında protesto yapan feminist grupları engellemek için polisin biber gazı sıktığı videoları hepimiz medyadan izledik.

Polanski, pedofili suçu işledikten sonra Fransa’ya kaçan ve hatta Piyanist adlı filmiyle Oscar almasına rağmen gidemediğinden ödülünü dâhi alamayan, hatta aynı suç sebebiyle 2009’da İsviçre’de ev hapsinde tutulan bir kişi. Polanski’nin bu dava dışında başka suçlamalara maruz kaldığını da eklemek gerek. Sicili parlak değil anlayacağınız. 28 Şubat’ta yapılan ödül törenine de linç yemekten korktuğu için gitmediği söyleniyor.

İşin ilginç tarafı bu Polanski’nin tecavüz davasından sonra aldığı ilk César ödülü değil. Yönetmen 1980 yılında Tess, 2003’te The Pianist, 2011’de The Ghost Writer ve 2014’te de Venus in Fur ile En İyi Yönetmen ödüllerine layık görülmüştü. Ancak sonra işler değişti; Polanski’nin gözden düşmesi aslında #Metoo hareketinin verdiği cesur dalganın sonucu. Weinstein olayının patlamasının ardından ünlü prodüktörün akademi üyeliği sonlandırılmıştı ancak elliden fazla kadına taciz ve tecavüzle suçlanan Billy Cosby ve Roman Polanski hala akademi üyesiydi. Tepkiler yükselince 2018 Mayıs’ında bu iki ismin de Akademi’den çıkarıldığı açıklandı. Son Venedik Film Festivali’nde de Polanski yeni filmi J’accuse ile gündeme gelmişti.

Suçlu olmadığı halde yargılanan bir adamın hikâyesini anlatan J’accuse’un (İtham Ediyorum) konusu da gayet manidar. Polanski kuşkusuz bu hikâyeyi kendi durumuyla ilgili seçmiş olmalı.

Festivalde jüri başkanı olan Lucrecia Martel, Polanski’nin filmini izlemeyi tecavüz iddiaları yüzünden reddetti. Ama tıpkı César’da olduğu gibi yönetmen (hem de aynı jüriden) özel ödül almayı başardı. Üstelik film, J’accuse vizyona girdi ve Fransa’da en çok izlenen filmlerden biri.

Ancak yönetmenin tüm tartışmalı profiline rağmen sanat yapıtı ve sanatçının kişiliğini ayırmak gerektiğini düşünen, bu yüzden de sadece filmin niteliğine bakarak Roman Polanski’nin ödüllendirilmesinde herhangi bir sorun görmeyen ciddi bir kesim var. Anladığımız kadarıyla J’accuse gerçekten de iyi bir film, hiçbir jürinin böyle bir konjonktürde kötü bir filmin tartışmalı yönetmenine ödül vermeyeceği ortada.

Nihayetinde bir yarışmada yapmamız gereken en iyi filme ödül vermektir ancak film gerçekten iyi olduğunda dâhi, ahlâki/ideolojik mesajı son derece sorunsuz olduğunda dahi kişiyi ve sanatını ayırıp objektifliğimize zarar gelecek olmasına rağmen nasıl oluyor da bu duruma karşı çıkıyoruz? Burada Batılıların 'imaginative resistance' dediği Türkçeye çevrilmesi zor bir kavrama başvurmak gerekiyor. Edebiyat teorisi kaynaklı bu kavrama göre okuyucu iyi bir eseri okurken bile ahlaki açıdan kendine uygun bulmadığı cümleleri, tasvirleri hayal etmekte gönülsüz davranıyor, buna karşı bir tür direniş sergiliyor. Çalışmalar yaratıcı direnişin temel kaynağının ahlaki açıdan sapkın durumları hayal edemediğimizde değil, bunu yapmaya isteksizliğimizde yattığını öne sürüyor. Aynı kavramı ödünç alarak tacizci, tecavüzcü bir yönetmenin çok iyi bir film yapmış olması karşısında da izleyicinin beğenmek konusunda son derece gönülsüz davrandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu, entelektüel, analitik bir tepki olmaktan çok içsel ve etik bir tepki. Aklı başında bir jüri üyesinin iyi bir filme “Bu film kötüdür” demesi mümkün olamayacağı için sık sık jüriden ayrılma, oy kullanmama, açıklama yapma gibi protestolara rastlıyoruz. 'imaginative resistance' sonuçta bir tür 'etik izleyici'ye ihtiyaç duyuyor. Bu kavram şiddet ve kadın düşkünü, ırkçı gibi nitelenebilecek sanatçılara sık rastlanan müzik dünyasındaki tartışmalarda ortaya atılmış bir kavram. Böylesi bir insanın müziğini keyifle dinlemek nasıl mümkün olabilir ki? Etik dinleyici buna tepki veriyor; tıpkı etik izleyici diyebileceğimiz, bu tür durumlara direnen izleyiciler gibi.

Elbette izleyicinin etikliği sadece sanatçının kişilik bozuklukları, barbarlıkları ile değil filmin önerdiklerinin de o insanın düşünce yapısıyla örtüşüp örtüşmemesiyle ilgili. Yaratıcısı son derece düzgün bir insan olan ancak metninde örneğin şiddeti ve kadın düşmanlığını öneren bir filmin de aynı şekilde değerlendirilmesi gerektiği ortada.

Nihayetinde etik izleyici böylesi durumlarda kültür ve barbarlık hakkında Adorno’nun söylediklerine yaklaşıyor. Ne diyordu üstat: “Sartre’ın Mezarsız Ölüler oyunundaki bir karakterin sorduğu 'İnsanları kemikleri kırılıncaya dek döven birilerinin var olduğu bir dünyada yaşamanın herhangi bir anlamı var mı?' sorusu, aynı zamanda, artık herhangi bir sanat eserinin var olma hakkı olup olmadığı sorusudur.” Dolayısıyla biz de sorabiliriz; pedofil ve tacizci olan birinin yarattığı sanat eseri, estetik niteliği ne kadar yüksek olursa olsun kendi başına ne kadar anlamlıdır? Her şey bir yana bu yapıtın taltif edilmesi, ödüllendirilmesi, zaten iyi sanatın da özünde bizatihi karşı olduğu barbarlığın kutsanması anlamına gelmez mi?