NİLÜFER ALTUNKAYA

Dinle savaş arasındaki ilişki her toplumda genel olarak aynı kutsal değerlere yani vatan uğruna ölümün yüceleştirilmesine dayanır. İster din uğruna savaşılsın, ister emperyalist amaçlar için, isterse iktidarı korumak adına… Elbette inanışların kendi içindeki farklılıkları ‘vatan uğruna ölmek’ arketipine farklı değerler yüklemiştir. Ama İslamiyet’teki şehitlik mertebesi çok daha dogmatik bir dokunulmazlık içerir.

Emile Durkheim ‘din’i bireyleri ortak duygu ve düşüncelerde birleştirerek toplumsal yaşamın devamını sağlayan bir araç, güçlü bir yapıştırıcı olarak görür. Bilindiği gibi diğer pozitivist sosyologlar da Durkheim de dünyada var olan bütün dinlerin tarihsel gelişimlerle şekillendiği düşüncesindedir.
Marks’a göre de din sosyo-ekonomik faktörlerin epifenomeni (gölge olgu)dir. Kendi emeğine yabancılaşmış insanın toplumsal yaşamında bu yabancılaşmayı aşmak için ürettiği bir şeydir din. Bununla da kalmaz yönetici sınıfın yönetilenler üzerinde uyguladığı bir baskı unsuruna dönüşür. Marks’ın ünlü “Din halkın ayfonudur” sözü kendi emeğine yabancılaşan insanın dini inanışlar vesilesiyle içine gömüldüğü rehaveti vurgulamaktadır.

Tarihsel olarak ‘Batı modernizmi’nin devletleşme ve ulusallaşma süreci boyunca dinin toplumsal işlevi de farklı boyutlar kazanır. Mesela Fordist üretim biçimine geçiş ve Endüstri Devrimi’nin başlaması ile gereken işçi emeğini sağlamak adına çalışmanın kutsallığı paradigması ön plana geçer. Kilise ve eğitim kurumları, halka çalışmanın iyi bir dindar olmak için ne kadar gerekli (!) olduğunu dayatmak için işbirliği yaparlar. Bu işbirliği, ulus devletlerin kurulması adına kaçınılmaz olan savaşlar için gereken askeri gücün sağlanmasında daha da güçlenir.

Ve artık Dünya savaşlarının ortasında bireyin dindarlığı vatanseverliğiyle ölçülmeye başlanır. Vatani görev uğruna bireylerin kendilerini feda etmeleri gerektiği dinsel bir boyut kazandıkça devletin militarist hedeflerini gizlemek kolaylaşır.

Elbette savaş, dünyanın her yerinde roller ve oyuncular değişse de her zaman sahneye konan bir oyundur. Savaşın boşunalığı, savaş uğruna ödenen bedellerin sorgulanması konusunda ise ABD-Vietnam savaşı bir dönüm noktası olmuştur. Savaşın değil barışın kutsal olması gerektiği anlaşıldıkça orduya girmeye zorlanan ABD’li gençlerin antimilitarist apolitik ‘çiçek çocuklar’ olarak alternatif bir yaşam tarzı üretebilmeyi başarmaları az şey midir?

Batı’nın bugün kavuşmuş göründüğü barış ve refahın arka planındaki tarihsel süreçleri böyle bir yazıda özetlemek değil niyetim. Sadece modernite, ulusallaşma ve dinin sosyolojik olarak birbirleriyle iç içe geçtiği evrelere bu pencereden bakmak daha net çıkarımlar yapmamızı sağladığı için konuya buradan yaklaştım.
Şimdi savaş ve inanışların geçirdiği dönüşümlerden kendi şimdimize geçelim. Ve tanık olduğumuz siyasi söylemlerin iç savaş argümanlarıyla yürütülen bir savaşın ortasında milliyetçilik ve dinsel inanışlara yapılan göndermelerle nasıl bilendiğini bir daha düşünelim.

Mesela; Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “İnanıyoruz ki şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına” sözlerini… Mesela Başbakan’ın “Vatanın birliği için evlatlarımızı feda etmeye hazırız” şeklindeki beyanlarını…

Alevi şehitlerin cenazesinde görünmeyen Cumhurbaşkanı’na şehit Ahmet Çamur’un cenazesinde yakınlarından birinin “Bu evden sana 6 oy verdik, şehidin kanını yerde bırakma” demesi, dökülen kanla verilen oy arasındaki bağı nasıl da tokat gibi çarpıyor yüzümüze…

Bu yüzden şehit cenazeleriyle dolup taştığımız bugünlerde şehitlik mertebesi hakkında kafa yormanın da tam zamanı. Bazı cenazelerin törenleşerek iktidarın propaganda aracına dönüşmesiyle bazılarının sahipsiz bırakılmasının nedenlerini düşünmenin de. Ya ölüler üzerinden sürdürülen insanlık dışı vahşet? Neyin kini bu? Düşman olmanın kriterlerini bile aşan bu vicdansızlık niye?

Şehitlik mertebesinin kutsallığına inanabilirsiniz. İnanç biçimlerine saygı duymak bizim anladığımız şekliyle hümanizmin gereğidir. Ama bir devlet adamı olarak şehitlik mertebesini böylesine kutsarken sadece devletin bütün inançlara eşit durması ilkesini çiğnemiş olmuyorsunuz, dini inanışları savaşa da alet etmiş oluyorsunuz.

Eğer şehit ailesi şehadet makamına inanmıyorsa ne olacak?

Şehit cenazeleri üzerinden de tek inanç biçiminin kendinizinki olduğunu var sayarak farklı inançları boğmaya çalışırsanız toplumdaki kutuplaşmayı ve çatışmayı derinleştirirsiniz.

Zaten amaç buysa sadece “El insaf!” diyerek varlığımızı barışa armağan etmek tek seçeneğimiz.
Aslında meseleyi bu kadar derinden irdelemeye çalışmak da gereksiz belki de… Artık tek bir sorunun cevabını arıyoruz: Neden hep yoksul aileler şehitlik mertebesiyle avunmak zorunda? Neden?!!!