Telif Savaşları: Dünden bugüne korsan
Eğri oturup doğru konuşalım; hepimiz 90’larda Çınaraltı Faruk’tan, Meydan Hakan’dan, Zihni abiden, Pentagram Cenk’ten çekme kaset ve Bulgar CD aldık. Biz bu müziğe onlar sayesinde erişebildik. Sonra bazılarımız gitti Tünel’deki kazıkçı enstrüman kartellerinden gitar, baget vs. aldı. Korsan olarak dinlediğimiz bu müzikleri önce taklit ettik.
Telif savaşları bundan takribi beş yüz sene önce başladı. Tanrının sözlerinin tekelini elinde bulunduran kilise, malum nedenlerden ötürü, İncil’in kitlelere yayılmasını istemiyordu (bkz. Gülün Adı, Umberto Eco). Kilise, matbaa teknolojisinin ve kopyalamanın önüne geçemedi. Bunun yerine kendi “iş” modelini teknolojiye adapte etti. Basılan kopyaları üniversitelere, manastırlara, ruhban okullarına gönderdi. Böylece tanrının sözleri ve Hristiyanlık daha geniş kitlelere yayılmış oldu. Kitap üzerindeki tekelini kaybetmişti ama toplum üzerindeki kontrolünü ve meşruiyetini arttırmıştı.
İleri saralım, 350-400 sene… Kayıt teknolojisi icat edilene kadar müzik canlı icra ediliyordu. Kayıt teknolojisi çıktığında canlı müzik yapan müzisyenler isyan ettiler. Türlü saçmalıktaki argümanlarla kayıt teknolojisini yasa dışı hale getirmeye çalıştılar. Bunlardan en komiği Amerikalı besteci John Philip Sousa’nın kongrede beyan ettiği “Bu şeytani aletler yüzünden yakında ses tellerimiz yok olacak.” minvalindeki açıklamasıydı. Tabii ne ses tellerimiz yok oldu ne de kayıt teknolojisi yasa dışı… Ne oldu? Eskiden zenginlerin eğlencesi olan müzik, kayıt teknolojisi sayesinde daha ucuza daha geniş kitlelere yayıldı. Canlı müzik yapan müzisyenler de bu yeni teknolojiye adapte oldular. Çünkü olmak zorundaydılar.
Tekrar ileri saralım… Müzik kayıtlarının yaygınlaşmasından yaklaşık 30-40 sene sonra, gelişen iletişim teknolojisiyle birlikte radyo yayınları başladı. Radyo kanalları müzik çalmaya başladıklarında bu sefer de prodüksiyon şirketleri isyan ettiler. ASCAP (Amerikan Kan Emici Meslek Birliği) hemen üyelerinin şarkılarını lisanslayıp radyolardan telif istemeye başladı. Kısa süre içinde piyasa gücünü, yani tekel pozisyonunu, kuvvetlendiren ASCAP telif ücretlerine yüzde 500 gibi zamlar yapınca önce radyo yayıncıları, sonra da müzisyenler ayaklandı. Nihayetinde ASCAP bu vampirlikten geri adım atmak zorunda kalarak telifleri görece “makul” seviyelere çekti. Ara ders: kayıt teknolojisi sayesinde var olan bir endüstri kendinden sonra gelen teknolojiden haraç kesiyordu.
Biraz daha ileri saralım (hazır Spotify buralara da çökmemişken)… Sony, Betamax kaset oynatıcıları (VCR) çıkarttığında bütün film şirketleri bir olup Sony’ye dava açtılar, sene 1984. Sony marka VCR’larda kasetten kasete filmler çoğaltılabildiğinden millet evinde kasetleri çekip çekip eşine dostuna veriyordu. Tabii bazı ülkelerde kopya kasetlerin orijinalinin beşte biri fiyatına satıldığı “korsan” bir piyasa da oluştu. Bu korsan piyasayı yaratan teknolojiyi geliştiren Sony’nin ta kendisiydi. Harika!! Sony geliştirdiği bu teknoloji sayesinde çok para kazandı. Çünkü kopyalama özelliği olduğu için insanlar Sony VCR’ları tercih ediyorlardı. Meşhur Betamax davasını Sony kazandı. Prodüksiyon şirketleri bu karara itiraz ettiler. Artık Hollywood’da film çekilemeyeceğini falan öne sürüyorlardı. Tabii ses tellerimiz yok olmadığı gibi Hollywood filmleri de yok olmadı. Öncekiler gibi Hollywood da değişen teknolojiye adapte oldu. Yeni iş modelleri ile piyasasını ve kalitesini arttırarak daha da büyüdü (bkz. Schumpeteryen yaratıcı yıkım). Ne oldu? Artık halk Hollywood filmlerine daha ucuza ulaşabiliyordu, Sony sayesinde. Ne güzel…
Sony’yi övdüğümüz sanılmasın. Çünkü 15 sene sonra Sony’nin müzikleri bilgisayarlarda mp3 formatıyla kopyalanıp internetten paylaşılmaya başlandığında bütün internete ilk davayı açan şirket, elbette, Sony olacaktı!!! Kopyalama teknolojisini Sony yaptığında, bu hem insanlığa hem de Sony’ye göre bir ilerlemeydi ama başkası bunu Sony’ye yapınca “korsan” oldu. Özetle, teknolojik ilerleme karşısında geride kalanlar, uyduruk telif yasalarına tutunarak saldırgan bir şekilde davalar açıp yamyamlık yapma yoluna gidiyorlar, bir önceki dalgada yeniliği getiren ya da kullanan kendileri olsa dahi (bkz. Cory Doctorow, Özgür ve Bedava: İnternet Çağında Bilgi).
“Bilgi özgür olmak ister.” Fakat kapitalizm, bilginin (veya sanatın) sadece para ödeyenlerin erişebileceği bir ayrıcalık olmasını ister. Bunun için yasalar çıkarır, uyduruk telif yasaları. Sonra buna “hak” derler. Oysa “telif hakkı” diye bir şey yoktur. “Telif yasası” diye bir şey vardır. Hak farklıdır, yasa farklıdır. Hak meşrudur. Yasa insanların yazdığı dandik birkaç cümleden ibarettir. Güç kimdeyse yasalardaki cümleleri onlar belirler, bu haklı veya meşru oldukları anlamına gelmez. Mesela Suudi Arabistan’da bir erkeğin dört kadınla evlenmesi yasaldır. Birilerinin bu yasayı tanımaması veya değiştirmeye kalkması erkek ve kadınların bu haklarının ihlali olur, o mantıkla. Dört kadının bir erkekle evlenmesi normal ve meşru bir “hak” mıdır şimdi? Müdahale edip eleştirisini yapmayalım mı yani? Bu yüzden “telif hakkı” diyerek kandırmayın insanları.
KÖTÜ SAMİRİYELİLER…
Cambridge Üniversitesi’nden Ha-Joon Chang çok düzgün, çok başarılı bir iktisatçı. Heterodoks olmasaydı, bugün şu çakma Nobel ödülü için ismi geçebilecek ayarda bir akademisyen. 1980’lerde, Güney Kore hala kalkınmamış bir ülkeyken, yabancı kitaplar çok pahalı olduğundan ders kitaplarını hep korsan fotokopi aldıklarını ve o korsan kitaplar sayesinde bugün bu kitapları yazan dünya çapında bir akademisyen olduğunu söylüyor (bkz. Bad Samaritans). Ben de bugün Ha-Joon Chang’in, Cory Doctorow’un, Peter Frase’in kitaplarını bazen parasını vererek bazen korsan okuyarak bu yazıları yazıyorum. Pek çok insan da böyle yapıyor. Ben hiçbir zaman Ha-Joon Chang kadar başarılı bir iktisatçı olamayacağım belki ama korsan kitapları okuyarak eğitimini ilerleten birileri olacak.
Bilgi paylaştıkça çoğalır. Biz bilgiyi ne kadar çok kişiyle paylaşırsak insanlık o kadar hızlı ilerler, tabii eğer amacımız insanlığın ilerlemesiyse. Yok amacımız telif rantı yemekse, o zaman ayrı. Bugün İngilizce bir üniversite ders kitabı Amazon’da 150-200 dolar. Hele böyle mimarlık, sanat tarihi, yazılım vesaire gibi teknik kitaplarsa anında 400-500 dolarları görebiliyorsunuz. Bir kitaba 3500 lirayı kim verebilir? Bu kitabı fotokopicide çoğaltmanın maliyeti 50 lira. PDF ve e-pub versiyonu bedava. Emre Safa Gürkan bile “Öğrenmeyi Öğrenmek” başlıklı TEDx konuşmasında korsan kitap sitelerini tavsiye ediyor. libgen.rs ve sci-hub.se (bu arada bunlar yeni domain’ler) olmasa bazı ülkelerde ne doktora tezi yazılır ne de yüksek lisans tezi… “Elsevier” bir akademik yayın tekelidir, yasal telif çetesidir. Akademik rant tekellerine darbe vuran Aleksandra Elbakyan bizim için bir halk kahramanı, telif tekeli Elsevier için ise “hak gaspı” yapan bir korsandır. İnsanlık SelçukSportsHD başganın omuzlarında yükselir, spor paketini aylık 235 TL’ye satan beIN Sports’un değil. Perspektif meselesi… Bilginin ve insanlığın yanında mı olacaksınız yoksa rant mafyalarının, telif şebekelerinin ve kapitalist gericiliğin yanında mı? Tarafınızı buna göre seçersiniz.
Eğri oturup doğru konuşalım; hepimiz 90’larda Çınaraltı Faruk’tan, Meydan Hakan’dan, Zihni abiden, Pentagram Cenk’ten çekme kaset ve Bulgar CD aldık. Biz bu müziğe onlar sayesinde erişebildik. Sonra bazılarımız gitti Tünel’deki kazıkçı enstrüman kartellerinden gitar, baget vs. aldı. Korsan olarak dinlediğimiz bu müzikleri önce taklit ettik. Sonra, kimimiz bu müziğin icracısı oldu kimimiz o icra edenlerin dinleyicisi. Alternatif müzik janrları ve piyasaları böyle gelişti. Türkiye rock, metal, punk ve hardcore camiası bu korsan tezgâhlara (ve tabii Bulgaristan’a) büyük bir teşekkür borçludur. Bu topraklardan Radical Noise diye efsane bir “Turkish hardcore” grubu çıktıysa bu tezgâhlar sayesindedir, Kerem’e sorun anlatsın… Korsan kaset ve CD, bizim gibi geri kalmış ülkelerin müzik kültürünü ve cemiyetini oluşturmak için müthiş ilerici bir yöntemdi. Çünkü CD’yi çoğaltmanın maliyeti sıfıra yakın. Fakat o gün Bulgar CD dinleyerek müzisyen olanlardan bazıları bugün kendi albümlerinin korsanı yapıldığında veya telifsiz bir yerde kullanıldığında “biz sanatçıyız, sadece emeğimizin karşılığını almak istiyoruz, dit dit dit, düt düt düt” diyorlar. Önceki dersi unutmayın: “Biz yaptığımızda ilerlemeydi. Başkası bize yapınca korsan.”
Bakın, Türkiye’de müzik meslek birlikleri organize olarak berber berber dolaşıp “Siz burada gün boyu radyodan şarkı çalıyorsunuz” diyerek telif topluyorlar. MÜYORBİR başkanı gerekirse düğün salonlarını bile basacaklarını söylemişti. Şarkı hesabı yapabilecek takip mekanizması olmadığı için metrekareye göre telif faturası kesiyorlar. Yani bu ülkede metrekareyle müzik satılıyor, ciddiyim… Herhalde kapitalizm tarihinde bundan daha komik sadece bir fiyatlandırma vardır, o da metreyle yazılım satılması (bkz. Netaş’ın ilk yazılım ihracatı). Örgütlü oldukları için bu garabeti insanlara dayatabilecek ekonomik ve siyasi güçleri var. Güçlü olursan müziği kiloyla bile satarsın. Yeter ki amacın “satmak” olsun.
TELİF TEKELLERİ, RANT ŞEBEKELERİ…
Gelelim şu karikatür esnaflarına. Aynı şey. Gericilik. Siz değişen dünyaya ayak uyduramamışsınız; işinizi mikro ödeme, abonelik, patreon vs. gibi yeni gelir modellerine adapte edememişsiniz; 2021 senesinde hala matbu dergi çıkararak para kazanmaya çalışıyorsunuz… Ya dergi mi kaldı? Geçmişten falan mı geldiniz? Dergi çıkar çıkmaz karikatürlerin fotoğrafı internete düşüyor zaten. Kim alır sizin derginizi?
Bunlar internet sayesinde şöhretlerini büyütüp buralara geldiler. Hepimiz bunların karikatürlerini önce e-mail gruplarında forward’layıp sonra sosyal medya paylaşarak bu kişileri bu kadar ünlü ettik. Bu sayede derleme karikatür kitaplarını, dergilerini sattılar ve bir sürü illüstrasyon, karikatür, çizgi film işleri aldılar. Dijital çağın iş modeli budur, iyi ya da kötü. Gazetede, dergide, blogda, sözlükte bedava yazılar yazarsın; YouTube’da müziklerini, esprilerini, skeçlerini, derslerini paylaşırsın vesaire. Eğer popüler ya da niş olacak bir iş yapıyorsan, sonra bunu kitap çıkararak, konser vererek, proje teklifleri alarak monetize edersin. Fakat bunlar kendilerini buraya getiren şeye, yani internete, savaş açıyorlar. Sony’nin yaptığı gibi.
Efendim neymiş, karikatürleri kullananlar ticari faaliyet yürütüyorlarmış. Sanırsın Arçelik bunların karikatürüyle reklam filmi çekti. Çok takipçili birkaç tane influencer hesabı gösterip hepsi öyleymiş gibi yapıyorlar. Halbuki 100 davanın üçü, beşi, bilemedim on beşi öyle. Gerisi öğretmenler bloğunda, tıp forumunda, oyun sitesinde karikatür paylaşmış Artvin’den bir Türkçe öğretmeni, Eskişehir’den bir doktor, Samsun’dan bir üniversite öğrencisi ya da doğru dürüst geliri olmayan bir site, monetizasyona açılmamış bir kişisel blog vesaire.
Gündemdeki üç isim popüler oldukları için ihale onlara kaldı belki ama böyle sağa sola dava açan başka karikatüristler de var. Ben konuyla ilgili, işin içinden, birçok avukat ve internet hukuku akademisyeniyle görüştüm. Hepsi bu işin organize bir faaliyet olduğunu söylüyor. Şimdiye dek böyle 5000’e yakın davanın açıldığını, yaklaşık olarak da toplamda 20 milyon TL’lik bir tazminat ödemesi yapıldığını tahmin ediyorlar. Eğitim forumunda karikatür paylaşmış bir öğretmen, bankadan 25 bin lira kredi çekmiş bunlara ödeme yapmak için. Korkmuş kadıncağız. Gözaltına alınıp geceyi nezarette geçirenler var. Ne? Üniversite grubunda karikatür paylaşmış. Ondan sonra “Kırıkıtır bızım hıyıtımız” bilmem ne… Karikatür sizin hayatınız falan değil, eskidendi o. Karikatür sizin işiniz. Siz sanat değil meta üretiyorsunuz. İşinize gelince “muhalif sanatçı” işinize gelince “vampir kapitalist” oluyorsunuz. Siz işinizi değişen koşullara adapte edemediğiniz için, Metallica gibi, hayranlarınızı suçlu konumuna düşürüyorsunuz. Ne kadar utanç verici.
Kaldı ki bu davalar tamamen hukuksuz bir şekilde açılıyor. Bugün internet hukukuna dair herkesi bağlayan en kritik kural “uyar ve kaldır” sürecidir. Telif yasası diye bir şey, maalesef, var. Fakat herhangi bir telif ihlali söz konusu olduğunda önce yapılması gereken şey uyarmaktır. Site yetkilisi içeriği kaldırmadığı takdirde dava görülebilir. Bunlar ne yapıyor? Google’da dava açacak karikatür ararken 2012 senesinde bir doktorun tıp forumunda yaptığı karikatürlü paylaşımı buluyorlar. Sonra yapıştır davayı… Kaldı ki “erişim sağlayıcı sağladığı hizmetlere ilişkin, yönetmelikte belirtilen trafik bilgilerini altı aydan az ve iki yıldan fazla olmamak üzere yönetmelikte belirlenecek süre kadar saklamakla yükümlüdür.” (bkz. 5651 numaralı kanunun 6. maddesinin 1. fıkrasının “b” bendi). Yani yasalara göre iki yıldan fazla geriye gidilemezken bunlar zorbalık ve baskıyla artık işlevini bile kaybetmiş 8-10 yıllık forumların yöneticilerinden paylaşımı yapan kişinin bilgilerini alıyorlar. Dijital çağda kişisel gizlilik herkes için meşru bir haktır, bir gün size de lâzım olabilir (bkz. Kaftancıoğlu’nun 8 sene önceki tweet’ten yargılanması). Normalde savcıların hem “uyar ve kaldır” sürecini işletmemiş hem de iki yıldan önceki paylaşımların söz konusu olduğu bu dava dilekçelerine direkt takipsizlik vermesi lazım!! Lakin 20 milyon TL’den bahsediliyor. Haliyle insanın aklına başka senaryolar da geliyor, onu da ben söylemeyeyim…
“ŞİİR ONA İHTİYACI OLANA AİTTİR”
Pablo Neruda’nın yaşamının anlatıldığı Il Postino filminde postacı şaire “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.” der. Ne kadar büyük bir cümle… İşte bu yüzden Pablo Neruda büyük bir şair ve sizler küçük birer esnafsınız. Diego Rivera, sanatın zenginlerin evlerinden, ofislerinden, yatlarından çıkıp herkese ulaşması gerektiğini düşünürdü. Bu yüzden de sokak duvarlarına, tren istasyonlarına ve yüksek binalara freskler yaptı. Emeğinin karşılığını devlet, yani halk ödedi. Nihayetinde de bu eserler kamusal alanlarda sergilendi ve satışa konmadı. Halen Mexico City sokaklarında gezerken duvarlarda o muhteşem Rivera, Orozco ve Siqueiros murallarını görürsünüz. Bedava. Telif yok. Patent yok. Çünkü Rivera bir kültür sanat esnafı değil halkçı bir sanatçıydı. Telif çetesi kurup duvara her bakana da davalar açmadı.
1955 senesinde çocuk felci (polio) aşısını bularak bugüne kadar 40 milyondan fazla çocuğun hayatta kalmasına katkı sağlayan doktor Jonas Salk’a CBS spikeri canlı yayında patentin sahibini sorunca Salk, “Yani, halk, sanırım… Patent yok. Güneşin patentini alabilir misiniz?” diye cevap verdi. Salk’ın aşının patentini almayarak 7 milyar dolarlık bir servetten olduğu tahmin edilir.
“Peki ama bizim emeğimizin karşılığı?” Senin emeğin diye bir şey yok. Toplumun ve insanlığın emeği diye bir şey var. Senin emeğin var tabii ama ederi 7 milyar dolar değil. Salk aşıyı bulurken, aşıya gelene kadar yapılan yüzlerce yıllık bilimsel ilerlemeyi bedava kullandı. Bunların çoğu da devlet destekli, kamu finansmanlı araştırma projeleriydi. Dolayısıyla Edison’un ampulü ne kadar Edison’un? Pentagram’ın şarkıları ne kadar Pentagram’ın? Senin karikatürün ne kadar senin? Sen o esprileri nerden buluyorsun? Yarısını nereden tırtıklıyorsun? Yarısını nereden esinleniyorsun? Karikatürü esinlendiğin kişilere telif ödüyor musun?
Mesela Şebnem Ferah’ın Mayın Tarlası, Dio’nun Don’t Talk to Strangers’ından, yumuşatarak söyleyeyim, esinlenmedir. Türk müziğinin yarısı Arap ve Hint müziklerinin birebir kopyasıdır. Erkin Koray’ından tut Serdar Ortaç’ına, Ferdi Özbeğen’inden tut Tarkan’ına kadar bu böyledir. Enrico Macias olmasaydı Türk müziği ne yapardı bilmiyorum. Hindistan’ın gücü olsa hepinizi telif manyağı yapar, nasıl ödeyeceğinizi şaşırırsınız. Sanat kopyadır zaten. Bugün Türkiye’de müzik yapan herkesin şarkılarında önceki müziklerin ve o Bulgar CD’lerin hakkı var. Tıpkı yeni yapılan bilimin öncekilerin kopyası ve uzantısı olduğu gibi. Kimse riyakârlık yapmasın.
BİR RÜYANIN TELİFİNİ ALABİLİR MİSİNİZ?
Ben size dünyanın en komik telifini anlatayım da gülelim, ağlanacak halimize… Martin Luther King’in meşhur “I have a dream” konuşmasını bilirsiniz. Ertesi gün Motown Records, King’i kafalayıp konuşmayı “lisanslamış.” King öldürüldükten sonra da telif ailesine devredilmiş. King’in ailesi de bu konuşmanın kullanıldığı sinema filmi, tiyatro, belgesel, reklam, gazete yazısı, şarkı, kitap vs. aklınıza gelecek ne varsa yamyam gibi dava açıyor halen. Bu zamana kadar milyonlarca dolarlık tazminat ve telif ödemesi almışlar. Bu şekilde geçiniyorlar. Ne? Baban 1963 senesinde ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı düzenlenen bir insan hakları yürüyüşünde mikrofonu alıp konuşma yapmış… Konuşmanın üzerinden 57, ölümünün üzerinden 52 sene geçmiş; daha 18 sene boyunca bu konuşmayı bir yerde kullanırsanız King ailesine “telif” ödemek zorundasınız. Bu artık aptallığın da ötesinde bir şey…
ASCAP, 1996 senesinde, Girl Scouts ve Boy Scouts’a (Amerika’daki 5-17 yaş arası öğrencilerin katıldıkları izci kulüpleri) kamp etkinliklerinde müzik çalıp telif ödemedikleri için dava açmıştı. Düşünsenize “E bu da bizim emeğimizin karşılığı ama” diyerek 10 yaşındaki çocuklara davalar açıyorsunuz. Yer yarılsa da yerin dibine girsem… 10-15 sene önce de, AT&T üzerinden, şarkıları telefon melodisi yapan kullanıcılardan “ringtone performance” kisvesi altında para toplamaya çalışmışlardı. Yolda yürürken çaldığımız ıslıktan telif isteyecekler. Boşuna demiyoruz kapitalizm becerebilse güneşi, havayı satar bize diye. ASCAP davayı kaybetti, cep telefonu melodisi kamusal performans sayılmadı. Ama sorsanız öyle bir anlatırlar ki sanatın ve müziğin kuruluşundan itibaren, gitarın teli şu kadar, penası bu kadar falan diye, tarihçesiyle birlikte, finalde dersiniz ki “ben bir sanat katiliyim, Allah benim belamı versin.”
Geçenlerde Neil Young bütün şarkılarının teliflerini 150 milyon dolara satmış. “Emeğinin karşılığı.” Ne emekmiş arkadaş, 150 milyon dolar!! Valla boşuna eleştiriyoruz Jeff Bezos’u, Bill Gates’i tekelciler diye… Sonuçta onlar da emeklerinin karşılığını alıyorlar, serbest piyasa ekonomisinde insanlara hizmet vererek gelir elde ediyorlar. Şikayet edeceğimize biz de kuralım bir Amazon ya da Neil Young, biz de zengin olalım. Çok basit.
Telif yemek çok tatlıdır. Ama telif sanatsal emeğin değil, iktisadi açıdan, tekel rantının karşılığıdır. Zaten bu yüzden tatlıdır. Siz telif rantını bugün yasalar sizin lehinize yazıldığı için yiyorsunuz, afiyet olsun, dibini de sıyırın, sünnettir. Fakat şunu unutmayın teknoloji ve insanlık sizin uyduruk telif yasalarınızdan ve öğretmene, berbere, çoluğa, çocuğa açtığınız saçma sapan davalardan büyüktür. Teknolojinin önüne geçemezsiniz; ya adapte olursunuz ya da kaybolup gidersiniz. Kaybolurken de telif meseleleriyle kafayı bozarsanız, ki bozanlar var, bir noktadan sonra gözlerinizde sanat değil Varyemez Amca gibi dolar işaret olmaya başlar. İşiniz sanat üretmek değil telif toplamak haline gelir. Doctorow’un örneği yerinde; gece oturmuş kitap okurken verandanızda yanan lambanın ışığından faydalanarak yolunu bulmaya çalışan insanlara gıcık olmaya başlarsınız. Çünkü ışığın parasını siz veriyorsunuz ama başkaları “bedava” kullanıyor.
Yazı uzun, mevzu derin. Üzülenler, kızaranlar, bozulanlar olabilir. Fakat biz sanatın ve sanatçının özgürleşmesinin yanındayız. Sanatçıları bu durumlara düşüren kapitalist düzen ve yapım şirketleridir. Yoksa hayranlar sanata her zaman para ödemeye razıdır. Nihai amaç parazitlik yapan tüm aracıları ortadan kaldırmak ve herkesin “makul” seviyelerde kazançlar elde etmesini sağlamaktır. Gri alanlar var ama kabul edelim ki metrekareyle şarkı satmak, düğün salonlarını basmak veya 150 milyon dolarlık telif rakamları ne meşrudur ne de makul. Devamı, iki hafta sonra…