“The Killer:  İntikamın Yeni İşlevi”

Murat Tırpan 

David Fincher’ın Netflix’te gösterime giren “The Killer” adlı yeni filmi, intikam temasına yepyeni bir perspektif getiriyor. Film, adı bile olmayan, sürekli kimlik değiştiren ve toplumsal düzenden bilinçli bir şekilde uzak duran bir suikastçının hikayesini anlatırken “intikam” burada toplumsal düzene dahiliyeti sağlayan bir ehlileştirici haline geliyor. Karakterimiz, gerçek kimliğini saklayarak, farklı kimlikler altında yaşayan bir figür. Bu, onun izole yaşam tarzını ve toplumsal düzene olan mesafesini vurgulayan bir özellik. Anlatının sonunda ise bu seçimleri değişmekte. 

“The Killer” filmindeki ana karakter, David Fincher’ın diğer filmlerindeki karakterlerden önemli bir şekilde ayrılıyor, son derece yeni. Bu karakter, toplumsal alana dahil olmamayı seçerek, topluma karşı olmak veya toplumu bozmak, deforme etmek gibi bir derdi olmayan bir yapıda. Örneğin, “Fight Club” filmindeki karakter, toplumsal düzeni değiştirmek ve yıkmak derdindeyken, Seven ve Zodiac’ın katilleri düzenle ilgili yıkıcı dertlere sahipken “The Killer”ın ana karakteri, sadece kendi çıkarlarına ve kişisel huzuruna odaklanıyor. Yoga ve meditasyon yapıyor, kimliği yok ve kendi dünyasında yaşıyor. Filmde adı belirtilmiyor ve iş için seyahat ederken sayısız sahte kimlikle dolaşıyor, sürekli başka isimlere sahip oluyor. Bu, onun toplumsal alandan bilinçli bir tercihle uzak durduğunu gösteriyor. Bu arada diğer kişilerin de adları yok, expert, müşteri, sekreter şeklinde kodlanıyorlar, sadece sembolik düzenle ilişki kurduğu tek bağlantı olan avukat karakterinin bir adı var: Hodges. 

Fincher, bu karakter üzerinden, intikamın kişisel gelişim ve değişim yönlerini gösteriyor. Film boyunca sürekli dinlediği, melankoli ve yalnızlıkla sıkça ilgilenen The Smiths’in müzikleri bile, karakterin içsel dünyasını ve yalnızlığını yansıtıyor. Ayrıca bir de takıntı meselesi var. Katilimiz yaptığı işle ve onu yaparken geliştirdiği ritüelle aşırı derece takıntılı. Lacan’a bağalanan  “das Ding”i (şey) kavramını tanımlarken  Žižek’in insanın hayatında karşılaştığı, ona takıntı yaptıran ve normal yaşamını alt üst eden bir tür “yabancı cisim” olarak andığını hatırlayalım. Bu “Şey”, insanları sıradan ve günlük nesnelere olan aşırı bağlılıklarından kurtarabilir. Yani, bu “Şey” bizi  hayatımızın sıradanlığından uzaklaştırıp daha büyük ve önemli düşüncelere yönlendirebilir. İşte karakterimizi bu sembolik düzene uzak hayatından çıkaracak olan “das ding” ya da “şey” yaptığı “hata”dır. Bu son derece zekice hamle hatanın ardından intikam motivasyonuyla çıkılan yolculuğun sembolik düzene yerleşilmesiyle sona ermesini sağlayacaktır. 

Filmde, “The Oak Expert” adlı karakter (Tilda Swinton tarafından canlandırılan) ile restoranda geçen kritik bir sahne var. Bu sahnede, The Expert karakteri bir av ve avcı hikayesi anlatıyor. Bu hikaye, avcının aslında ayıyı öldürmek için değil, onunla ilişkiye girmek için ormana gittiğini ortaya koyuyor. Bu, “The Killer”ın ana karakterine yönelik bir meydan okuma niteliğinde: Sen de bu dünyaya, yani toplumsal alana dahil olmak istiyorsun. Bu sahne, ana karakterin değişim sürecinde dönüm noktası olarak işlev görüyor. 

Lacancı perspektiften bakıldığında, filmdeki ana karakterin yolculuğu, büyük öteki’ni kabul etmek ve sembolik düzene girmek olarak yorumlanabilir. Eğer bunu “normal olan” olarak kodlarsak intikam bir sağaltım işlevine sahip burada, hatta bir tür terapi seansı gibi. Karakter başlangıçta toplumsal düzenden ve sembolik düzendeki yerinden bilinçli olarak uzak duruyor. Ancak film ilerledikçe ve özellikle “The Oak Expert” ile olan karşılaşması sonrasında, toplumsal alana ve sembolik düzene dahil olma yolunda önemli adımlar atıyor. Karakter, bu sahneyi takiben The Expert karakterini öldürüyor, ama bu diyalog ve karşılaşma, onun toplumsal alana entegrasyon sürecinde önemli bir rol oynuyor. Bu, onun duygusal bir iyileşme sürecinden geçtiğini ve yalnızlıktan toplumsal entegrasyona doğru bir yol aldığını gösteriyor. 

Film boyunca karakterin intikam arayışı, onu öldürdüğü insanlarla ve karşılaştığı diğer karakterlerle empati kurmaya zorluyor. İlk bakışta soğuk ve duygusuz görünen bu suikastçı, aslında derin bir duygusal yolculuk yaşıyor. Özellikle Dominik Cumhuriyeti’ndeki evinde yardımcı olarak çalışan kadınla olan ilişkisi, bu dönüşümü gözler önüne seriyor. Başlangıçta kadının kendisine olan ilgisini fark etmeyen veya bunu önemsemeyen karakter (bunu eve yapılan baskından sonra kadının “seni ele vermedim, verseydim bir daha göremezdim” sözlerinden anlıyoruz, katilin onun ilgisi anlamadığı ya da anlasa bile cevap vermemiş olduğu ortada) film sonunda bu ilişkiyi kabul ediyor ve toplumsal alana dahil oluyor. Bu, onun duygusal bir iyileşme sürecinden geçtiğini ve yalnızlıktan toplumsallığa ilerlediğini gösteren bir hikaye akışı. 

David Fincher, “The Killer” ile intikam temasını yeniden şekillendiriyor. İntikam, artık yıkım ve izolasyonun ötesinde, karakterin kişisel ve toplumsal dönüşümüne vesile oluyor. Bu film, intikamın yalnızca bir yıkım aracı olmadığını, aynı zamanda insanın kendi iç dünyasını keşfetmesi ve toplumsal bir varlık haline gelmesi için bir katalizör olabileceğini savlıyor. Fincher’ın bu yenilikçi yaklaşımı, intikam temalı filmlere yeni bir soluk getiriyor ve izleyicilere aslında basit ve ağır ilerleyen bir intikam hikayesi sunarmış gibi davranıp çok da “çaktırmadan” derinlemesine düşünmeye davet eden bir film sunuyor.