Ruslar damara basmayı ve bir şeyi inadına yapmayı çok seven ve iyi beceren bir ulus

Ruslar damara basmayı ve bir şeyi inadına yapmayı çok seven ve iyi beceren bir ulus. Dış politikada da böyle, arkadaş toplantılarında da…

Başbakan Erdoğan’ın içki içme özgürlüğüne duyduğu derin saygıyı (!) anlatmak için kullandığı “Sekiz yıldır isteyen istediği kadar içiyor. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” cümlelerini duyan Türkolog dostum, daha önceden hazırladığı belli olan saldırı şakasıyla bu akşamki dost sohbetinde beni kurban seçtiğini belli ediyor:

- Sen istersen içme bugün! Yerin kulağı var! Başbakanınızın kulağına gider falan…

Her ne kadar masadan yükselen gür kahkahaları, giyotin sehpasının benim yanıma konması gibi hissetsem de, renk vermeden ben de onlarla birlikte gülmeyi seçiyorum.

Votkayı hem içen, hem de derin analizlerle yorumlayan bir grubun içindeyim. Votka tüketiminde hızlı adımlarla ilerleyen bir Rus dostum çelik bakışlarının hedefine beni yerleştiriyor:

- Siz yabancılar Rusların “içkici” olduğu tespitini pek seversiniz. Ama bunu yalnızca bir zaaf olarak görürsünüz. Rus votkasının kültürel bir unsur olduğunu fark edemezsiniz. Rusya’da doğumdan evliliğe, yaş günününden cenazeye kadar her aşamada votka vardır. Dostluk ve samimiyet aracıdır votka...

Ben tuzağa düşüp kendimi savunmaya ve bunları bildiğimi anlatmaya çalışırken bir başkası sahneye çıkıyor:

- Onca yıl Rusya’da yaşayıp her şeyi öğrendin de, neden votkayı bir hamlede içmiyorsun?

Köşeye sıkışıyorum. Böyle ortamlarda yalnızca içmek değil, “Rusça içmek” gerekiyor. Kadeh elde uzun konuşmalar yapılıyor ve tepeleme doldurulmuş votka derin bir nefes alındıktan sonra aniden mideye yuvarlanıyor. Bu kadar yavaş hazırlanıldıktan sonra bu kadar hızlı içmek de neyin nesi, diye sormayın. Bazı şeyler sorulmaz, yapılır.

Ortamı yatıştırma misyonunu üstlenen ev sahibi bir fıkra anlatıyor:

- Baba, içkiye zam geldiğine göre, artık eskisinden az içeceksin, değil mi?

- Hayır oğlum, sen eskisinden az yiyeceksin!

Kahkahalar yatıştığında, Gorbaçov’un içki yasakları getirmekle kendi kuyusunu kazdığından, Yeltsin’in ise “sünger gibi içerek” sempati topladığından bahsediyor.

Az önceki saldırgan dostumuz yine bana dönüyor:

- Onuncu yüzyılın sonunda Çar Vladimir’in Müslümanlık yerine Ortodoksluğu seçmesinin nedenlerinden biri de İslam’ın içkiye izin vermemesiydi.

Bu atağı savuşturmak için benim bir kadeh kaldırıp içki tüketimini tetiklemem işe yarıyor.

İçtikçe masanın neşesi artıyor. Ev sahibi televizyondaki spikerin çirkin bulunması karşısında kanal değiştirirken şakayı patlatıyor:

- Çirkin kadın yoktur, az votka vardır!

Kadehler tekrar kalktığında, önceki tuzaklarını yeterli bulmayan dostumuz, yine benim yavaş içtiğimi saptayarak “en ağır silahını” kullanıyor:

- Bakalım burada Türk erkeklerini temsil eden arkadaşımız nasıl içecek!

Kurtuluş yok artık! Hem ulusal hem de cinsel gururum tehdit altında. Kendi kendime telkinle iyice küçülttüğüm kadehi boşalmış halde masaya vururken son Türk-Rus savaşının galibi olduğumu hissediyorum.

Satırlara can verenlere teşekkür

Aslında bugüne başka bir ikinci yazım vardı. Ama son anda fikrimi değiştirdim. Sürekli okurların bir kısmı, bu konuyu “uzatmak” olarak değerlendirebilir. Ama okur-gazete, ya da okur-köşe yazarı ilişkisi üzerine mektuplarınız gelmeye devam ediyor. Hatta diyebilirim ki, son 12 gün içinde aldığım ileti sayısı, ilk 6 ay içinde elime geçenlerden daha fazla.

Üstelik ben bu okur mektuplarını oldukça içten ve dürüst buluyorum. Dahası okur sayfasında yayımlanmak üzere yazılanların bir kısmı “köşe yazarı gibi kalem tutma” isteğini taşır, yer yer sorun aktarmaktan çok sloganvari üslup taşırken, bu iletiler çok samimi ve rahat yazılmış.

Aralarında kendi hayatından ve deneyimlerinden bahseden, görüş isteyen, çeşitli konularda, bu arada Rusça ve Rusça/BDT konusunda istek ve sorularını ileten, hatta Rusya ve Ukrayna anılarını paylaşanlar da var.

Bu konuya meslektaşlarımın ilgisi de artıyor gibi. Geçen sefer aldığım bir BirGün köşe yazarının satırlarını iletmiştim. Şimdi bir başka köşe yazarı arkadaşımın içten duygularını onun sözleriyle aktarayım:

“7 ocak tarihli yazınızda, uzun zamandır aklımda olan, yazmadığım, ama dost meclislerinde sözünü ettiğim bir sıkıntımın sizin tarafınızdan da paylaşıldığını gördüm. Evet, ben de BirGün okurunun tepkisizliğinden muzdaribim. 2,5 yıldır yazıyorum. Ayda aldığım 3-4 okuyucu mailine sevinir durumdayım. Hepimizin motivasyona ihtiyacı var ve ben an geliyor derin bir umutsuzluğa kapılıyorum. Kendim çalıp kendim oynuyormuşum gibi geliyor... Benim için işin bir üzücü yanı daha var: Aldığım maillerinin pek azı kadın okuyuculara ait. BirGün'ün kadın okuyucuları mı sessiz, yoksa bana mı sessiz kalıyorlar bilmiyorum. Bir gün kendimi en kötü cevaba hazır hissettiğimde, bu merakımı gazetemizin diğer kadın yazarlarına sorarak gidermeyi düşünüyorum.”

Öteki okur mektuplarından birkaçını daha kısaltarak aktarayım.

“Geçen gün BirGün okurlarıyla ilgili haklı eleştirinizi okudum. Bir yazar olarak emek harcayıp, deyim yerindeyse kafa patlatıp, okuyucudan hiç tepki almayınca haklı olarak, ben kime yazıyorum diye kaygılanabilirsiniz.
Bizim BirGün okurlarının yahoo üzerinden bir paylaşım sitesi var. Okuyucular ve BirGün destekçileri fikirlerini genelde orada yazarlar. Bir de Facebook’ta.”

Sorunu yorumlama çabası içinde olan bir iletide ise şunlar yazıyor:

“Bu durumun, biraz zindelikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Epeydir memleketin sol cenahında üretilen teorik mülahazanın teori-pratik sarmalı içinde dolaşıma girememek gibi bir problemi var. Sizden, bir Melih Pekdemir'den, bir Doğan Tılıç'tan yapacağımız bir alıntıyı okul kantininde kafası karışık bir arkadaşımızla yapacağımız bir sohbet sırasında kullanan, işyerinde öğle yemeği arasında bir küçük söylevde kullanan, yahut da sizden okuduğu bir cümlenin peşine bir çok anlamda düşecek kişiler haline gelmediğimiz sürece o dinamizmden hep yoksun olacağız. (…) Bu talihsiz süreç nerede ve ne zaman kırılır ve bizler tekrar kendi tarihimizi yapmaya başladığımızı düşünürüz bilmiyorum ve kestiremiyorum da. Kırılana kadar da (ki kıracak olan yine bizleriz) karşımıza bu ve benzeri bir sürü sıkıntılı insanlık halleri çıkaracak galiba.”

Bir başka okur mektubundan:

“Yazılarınızı ta Cumhuriyet'te yazdığınız zamandan bu yana ilgiyle okurum. Nataşa Mektupları farklı bir bakışla, yabancı gözüyle toplumumuzu, bizi ve başkalarını anlatıyor.”

Öğretim üyesi bir okurumuzun iyi niyetli uyarısını ekleyelim:

“12 Ocak tarihli BirGün'deki yazınızdaki yakınmanıza hem hak verdim, hem de üzüldüm. (…) Çevremizdeki kitleler hep suskun. Ama bu, orada kimsenin olmadığı anlamına gelmiyor. Aman yılgınlığa düşmeyelim; aman BirGün ümidi solmasın...

Ve bir okurun kısa satırlarıyla bitirelim:

“(…) Genelde okuduğum makaleler ve yazılar ile ilgili gerekli eleştirileri ve açıklamaları kendimde tutardım, ama son yazınızla beraber bunları sizinle paylaşmanın gerekli ve yapıcı olacağını düşünüyorum.”

Teşekkürler. İçten satırlarınız ve desteğiniz için. Ama bu, yalnızca, bir okurun şakayla karışık dediği gibi “gönül alma” jesti değil. Seyircinin şarkıcıyı her durumda alkışladığı, şarkıcının da zaman zaman “Beni siz yarattınız sayın seyircilerim” diye karşılık verdiği içeriksiz bir iltifat alışverişi türü bir ilişki içinde olmadığımızı herkes biliyor. Eleştirisi, farklı görüşü olan da yazsın. Bütün mesele, gazete-okur iletişimi canlı olsun. Elinizde tuttuğunuz ya da internette gördüğünüz gazetedeki satırlara can verelim, ruh katalım yeter ki!..