ABD’li hegemon’un dayatmacı emperyalizmine karşı çare bizdeki otokrat rejimin devamlılığını savunup, ondan diplomatik ve rasyonel ataklar beklemek yerine her ikisini de iyi bir dünya tasavvuru adına reddetmektir. Olan olmuştur, ortadaki derin boşluğun ürettiği bu çarpmış meteorun enkazını kaldırmak zorunda olan bir siyasal akla ihtiyaç vardır

Tırmanan krizin altında yeni  bir siyasetin ihtimali -1

Ö. İskender Özturanlı - Akademisyen, TV Programcısı, Yazar

Toplumun çözülüşü
Günümüzün büyük uçurumundan siyasal coğrafyaya şöyle bir baktığımızda koskocaman, dev bir boşlukla karşılaşıyoruz. Bu büyük boşluk toplum ya da halk dediğimiz, modernleşmeden bugüne batıda ve doğuda tarihin motoru olarak hareket eden ve ettiren ana dinamiğin ortak amaçlar ve hedefler hatta idealler adına işleyebilen bu kütlenin bir siyasal özne olarak kayboluşundan kaynaklanan derin çaresizliğin ürettiği, bir çekilmenin boşluğu esasında.

Elbette bu baş döndürücü boşluğun, henüz tamamlanmamış sahiplerinin ya da bu alana yatırım yapanların sürekli bir kaos, kriz veya tırmandırılan bir şiddet halinin sarkacında çalışıyor olmaları, özellikle ülkemizde bir de Başkanlık rejimi sonrası parlamentonun da bir “eksik yasama” şeklinde işletilerek, bütün kitleyi bu girdabın bir tarafına ya da öbür tarafına sürüklenmeyi dayattıkları bir siyasal atmosfere sebebiyet veriyor olduğunu hepimiz görüyor, yaşıyoruz.

Bu dönemin ulusal veya uluslararası düzeyde siyasi akıl ya da siyaset pratiğindeki en kritik sorunlarda üretilmiş tartışmalara bakınız, salt bu sorunları ve krizleri doğuran ve üretenlerin değil, kendisini toplumsal kamuoyu olarak adlandıran her tartışmacı ya da muhalefet olarak siyasal pozisyon alan her küme için, imal edilmiş karşıtlıkların, esasında birer karşıtlık üzerinden söz almadıkları, oluşan ihtilafın ise siyasi bir karşıtlık olmadığı ortada.

Dolayısıyla, bu ihtilaflar üzerinden ortaya çıkan siyaset hakiki bir ihtilaf niteliği taşımıyor. Böylesi bir sahte gerçek üzerinde bir kaybolmuş toplum tasavvuruna gönderme yaparak, bir yürüyüş, bir hamle bir dönüştürme imkânı taşımıyor, hatta engel oluyor.

Muhalif siyasetin dönüştürücü doğasını kaybettiği an tam da buradan başlıyor. Neoliberal acımasızlığın çaresiz ürettiği, bireyci, bencil, rekabetçi, ama kimliklere ve inanç örgülerine yaslanan kitleler önünde, sadece bir sonraki etaba kazasız belasız gelinmenin güvencesi olarak siyaseti kabul ediyor, verili siyaseti bu alışkanlık içinde sürdürüyor. Mesajı alan kesim kendi ontolojik sarsıntısını riske etmemek adına kötü de olsa aynı yerde durmaya devam ediyor oyları belirleyen ana polarizasyon damarı bir türlü kırılmıyor, kırılamıyor.

Birlikte varolma ve eyleme alışkanlığını yeniden önermeyen siyaset, karşısında bölünmüş toplum adına bir yeniden bütünleşme çağrısı üzerine çalışmadığı için, sıradan ve klişe karşı çıkmalardan, ya da geleneksel baskı sisteminin büyük propaganda makinasını, makule, müzakereye çağırmaktan başka bir vaat, program ve alternatif içermiyor.

Ya da otoriter rejimin en sıradan silahı olarak ara katmanı atarak, otoriter liderin doğrudan halkla teması ve bundan güçlenen, hatta suç ortağı haline getiren (Kemal Can’ın müthiş saptaması ile) bundan duygudaşlık devşiren siyasetin dönüp, artık fragmanlara ayrılmış topluma konuştuğu bir siyasal akıl ve faaliyetin, otokrasi ve onun benzeri uluslarası aktörlerin tırmanan ve tırmandırılan bir kriz hali ve onu besleyen, sürekli şiddet ve dayatmaya dayanan akışı kesip, başka bir tartışmayı üretip, bu kriz halini, bu ısrarlı şiddetin devrelerini kesip atamıyor.

Finansal krizden ekonomik şiddete
Bu nispeten uzun giriş altında son gelişmeleri kısaca yorumlayalım:
Nisan referandumunun tartışmalı sonuçları ile birlikte, Türk usulü Başkanlık sistemi ile bütün demokratik yolları tıkayan bir sisteme geçildi, parlamento etkisizleştirildi, kutuplaşma ve dış siyasette agresif ve neredeyse birbiri ile eder tutar tarafı olmayan bir politika yerleştirildi. Güya verimlilik ve liyakat adı altında aile üyelerinden eşten dosttan bir kabine oluşturuldu, sürekli kriz ve ihtilaf üreten bir yapı meydana geldi. Adalet ve hukuk sürekli bir hak ihlali, hakkaniyetsizlik ve adaletsizlik üretti, mağduriyet yarattı, sürekli, ısrarlı bir kriz üreten mekanizmaya döndü. Genelkurmay, yüksek yargı, milli eğitim, Hazine, Merkez Bankası gibi kurumlar hiç bir rasyonel uygulama ve karara imza atamadıkları gibi, defolu ideolojik bir aygıtı ile her türlü müzakere ortamını da ihtimal olarak devreye dahi sürmediler. Bu sürekli ve süreğen bir kriz halidir, üstelik dozu ve topyekûn herkesi dışlayarak gelişmesi ile aslında bir süreğen ve tırmanan şiddet halidir.

Bunun bir benzerini de uluslararası ilişkiler siyasetinde gözlemek mümkün, kayda değer hemen hemen her ülkeyle siyasal, ticari, askeri ya da doğrudan patolojik bilek güreşi manasında krize girip sonra bu krizlerinden kurtulma adına yapılan taktiksel varyantta ömür tüketip, yeniden bir kriz ortamına doğru sürüklenen bir atmosferin hazırlayıcısı oluyor.
Papaz Brunson krizini ele alalım. Papaz krizi kırılgan bir ekonomik, siyasal ve askeri karşı karşıya gelmenin ortasında küçük ama doğurgan bir semboldür. Süregiden bir yapıda, bugün karşılıklı itişmenin yarın da karşılıklı uzlaşmanın bir ögesi olup olmamasından çok bu tür siyasetin her iki taraf için de olmazsa olmaz’ıdır. Bu yüzden de öfke ile veya sertlikle ama benimseyerek katılınan bir mücadeledir.

Diyalektik olarak ülkenin yaşamakta olduğu kararsız dengede küresel finansın aktörlerine teslim olmak zorunda kalacak olan AKP tipi yönetim tarzı bütün gelişmekte olan ülkelerde benzerlerini üretti. Bu döngü artık, neoliberal kapitalizmin sonsuz borç sarmalındaki en büyük kozu olan bir temerrüt ihtimalini dayatan bir ekonomik şiddet ve baskı haline dönüştü bugün. Trump keyfiyetinde yeni dönemin sürekli bir dayatma ve şiddet ile örülmüş hali de aslında beyhudedir ama yakın dönem dünya haritasını doğrudan etkilemekte. Bu dayatma aslında, tıpkı AKP İktidarının içeride uyguladığı bozulmuş bir düzeni sürekli krizler içinde yaşatarak, gerginlik üzerinden toplumsal dinamiği örgütleme çabasının küresel hali.

Trump Amerika’sı, bir önceki dönemin tersine, 2008 krizinden sonra bollaşan ama kendi ülkesindeki ekonomik krizi aşmak için üretilen parayı, gelişmekte olan ülkelere akmasından ve orada otoriter yönetimleri tahkim etmesinden sonra yönünü başka bir hikâyeye çevirdi. Küresel-finansal genleşmenin yarattığı bolluğun yerine bugün, duvarların yeniden örüldüğü, askeri çözümü sürekli masada tutan, rekabetin bir ticaret savaşına dönüşmesinden hiç de gocunmayan, ikili anlaşmaları ve çoklu bölgesel kontratları çöpe atan bir küstah aymazlıkla ambargolar, yüksek gümrük duvarları, ekolojik ve ekonomik bir felaket dayatması ile bir emperyalist şiddet halini yaşam gerekçesi yapmıştır.

Küresel likidite evine dönerken
AKP iktidarı bu genleşen parayı, kendi ilk yıllarına dayanan faizi göreli yüksek tutup, döviz kurunu baskı altına alarak, ülke bonolarına, sabit getirili menkul kıymetlere, emlak ve araziye, ama dahası bankalar ve aracı bankalar üzerinden kendi özel sektörünün hormonlu büyümesine aktardı. Devletin agresif özelleştirme gayreti, altyapı yatırımları, büyük hazine garantili projeler ve şirket alımlarında doğrudan yabancı sermaye girişlerinde de büyük meblağlara varan, dönmesi neredeyse imkansız borçlanmalar oluştu. Bu borçluluk ve büyük projeler öte yandan baskıcı iktidarın ve kutuplaştırıcı siyasetin en temel dayanaklarından birisi oldu.

tirmanan-krizin-altinda-yeni-bir-siyasetin-ihtimali-1-502761-1.
Kesintisiz kriz ve dayatılmış şiddet haline, bu karşılıklı basınçtan oluşan bu kurgulanmış siyasi alana, eğer bugün bu kriz altında dahi güçlü bir akımla, doğru bir vaat, hakikatli programlar ve radikal bir arzu ile kapalı devre yaptırılmazsa siyaset etme imkanı ve ihtimali ortadan kalkacak. Bu durum, geride siyasal aktörlerin, halk için ve halk adına bir mesaj taşıyamaması, yeterli iradeye sahip olamaması, alternatif üretememesi anlamına geliyor.


Diğer can suyu ise küresel para arzında, şirketlere açılan krediler veya yerel bankaların büyük sendikasyonlara çıkması neticesinde oluşan ‘fazla’nın, emlak, arsa, arazi geliştirme ve konut-inşaat projeleri ile, merkez şehirlerdeki, atıl arazileri kayıt altına alıp, onu kendi ahbap-çavuş sistemi ile önce devredip sonra değerlenmesine imkan vermede kullanılması, projeleri finanse etmesi, düşük faizli tüketici kredileri halinde bankalarca pazarlanıp riskli, eşitsiz ve kırılgan bir düzene aracılık etmesinden gelmiştir.

Öte yandan kentlerin çeperlerinde ve gecekondu bölgelerinde, estetik olarak iyi denemeyecek ama derli toplu konut projeleri ile kendisine medyunu şükran bir orta sınıf yaratma gayreti de gözlerden kaçmayacaktır. Küresel likiditenin evine dönerken arkasında en çok sancıyı ve zonklamayı buradaki şirketlerin çekmesinin nedeni de budur.

Bu sistemden beslenen AKP iktidarı bugün anti-emperyalist nutuklarla küresel hegemona karşı bir savaş yürüttüğünü veya onun kendisi ve ülke ile savaştığını iddia etmektedir. Bu şiddetin devamlılığı ve karşı şiddet adına bir sahte kutuplaşmadır. Sıcak para zaten çekilmiştir, bir de ABD’nin ticari ve sınai bir dayatma ile kendisi dışındakilere şiddet uygulama dönemini düşünürseniz, şiddete karşı şiddetle cevap vermekten başka çaresi kalmayan iktidarın artık bugün halkın daha da yoksullaşması, toplumun zaten çözülmüş olması, siyasetin güdükleşmesi, ekonomik aktörlerin sahneden çekilmiş olması bu anlamda hiç de umurunda değildir.

Bu şiddet haline katılmak, onu hegemona karşı, bu suni savaşı var gibi kabul etmek, karşıtlardan hiç birisi olmadan ve gerçek bir karşıtlık üreterek halka alternatifler sunmadan bir potada eriyip gitmek anlamına gelecektir. Artan kurları, bir savaş olarak görmek bu dayatılmış şiddeti kabullenmektir aslında.

Yedekte siyaset, kriz ve felaket
Kesintisiz kriz ve dayatılmış şiddet haline, bu karşılıklı basınçtan oluşan bu kurgulanmış siyasi alana, eğer bugün bu kriz altında dahi güçlü bir akımla, doğru bir vaat, hakikatli programlar ve radikal bir arzu ile kapalı devre yaptırılmazsa siyaset etme imkanı ve ihtimali ortadan kalkacak. Bu durum, geride siyasal aktörlerin, halk için ve halk adına bir mesaj taşıyamaması, yeterli iradeye sahip olamaması, alternatif üretememesi anlamına geliyor.

Nasıl bugün iktidarı hukuka çağırmak, anayasaya uygun davranmasını beklemek, evrensel temel haklara uymasını istemek artık bir siyaset değilse, uluslararası krizlerde diplomasi çağrısında bulunmak müzakere, sağduyu çağrısı, ekonomik krizde bürokratların basiretli davranmalarını beklemek, veya krizden çıkma adına parlak teknisyenlerden veya bireylerden oluşan rasyonel bir grubu bir gözbağcılar topluluğu gibi imdada çağırmak da artık siyaset anlamına gelmiyorsa….

Tıpkı bu kadar büyük borç yükü altında dönmeye çalışırken bundan kurtulmanın üretim veya eğitimden geçeceği yönündeki naif saplantılar gibi, bunlar iyi niyetli ancak toplumsal yüzleşmeler gereken yetersiz çağrılardır.

Doğru siyaset, kriz demeyeyim halkı ürkütürüm, radikal olmayayım taktik geçiştirmelerle idare edeyim demek değildir.

Sol siyaset ülkenin ve vatandaşların gelecekte daha da kötü olacakları üzerine mevcut iktidarla bahse tutuşmak üzerinden bir umut, bir değişim ve bir mutluluk getiremez. Gelecekte olan bahsin daha kötü olma olasılığı üzerine kurulu söylem sahtedir, eğer böyleyse bugünkü darlanmanın geçici bir durak olduğunu yönünde bir önyargı sahibisiniz, bu da sizi edilgen ve atıl hale getirecektir. Öyle değil mi eğer en kötüsü daha gelmedi ise, gelecek bugünden daha kötü olacaksa bizim iktidar veya sorun çözme talebimiz geleceğin o büyülü anına da kayabilir pekala. Peki o zaman, içinde bulunduğumuz an görece kabul edilebilir hale gelmez mi? Bu bütünüyle yedekte bir siyaset halidir ve gerçekte çalışmaz da üstelik.

O halde ABD’li hegemon’un dayatmacı emperyalizmine karşı çare bizdeki otokrat rejimin devamlılığını savunup, ondan diplomatik ve rasyonel ataklar beklemek yerine her ikisini de iyi bir dünya tasavvuru adına reddetmektir. Olan olmuştur, ortadaki derin boşluğun ürettiği bu çarpmış meteorun enkazını kaldırmak zorunda olan bir siyasal akla ihtiyaç vardır. Hem de paysızların pay almasını, çalışanların daha da yoksullaşmasını, eşitsizliğin ve adaletsizliğin daha da artmasını, faturayı halkın ödemesini engelleyerek kaldırmaktır.

Durum tam da Zizek’in, “Kaybedilmiş Davaların Savunusu Adına” kitabının unutulmaz final satırlarındaki gibidir aslında: “….geleceğimize olasılıklar düzeyinde hükmolunduğunu, felaketin vuku bulacağını, bunun kaderimiz olduğunu kabul etmeliyiz- ve bunun ardından, bu kabulün oluşturduğu arka plan üzerinde, kendimizi bu kaderin kendisini değiştirecek ve dolayısıyla geçmişe yeni bir olasılık yerleştirecek edimi icra etmek için harekete geçirmeliyiz.”