Tahta gıcırtısı sessizliği bozunca yattığı yerden doğrulmaya çalıştı Ali Niyazi. Yarım dudak cansız seslendi, “Kim var orada?” Kapıda, elinde sefertasıyla Şener belirdi. “Kimsin sen Allah’ın belası, ne istiyorsun benden?” Şener “İyileşmeni,” diye yanıt verirken sefertasını masaya bıraktı.

Tırnak izi

Erdal Güney - Müzisyen, Yazar

“Her şeyi hallettim, tayin yazısı yarın bir gün gelir. Kimseye duyurmadan gideriz. Kalamayız artık buralarda.” 

Kapı açıktı. Seslenmeden girdi. Kesif ter ve sidik kokusunu takip etti. Koridorun sonundaki odanın kapısında durdu, pencerenin yanındaki yatağa baktı. Tahta zeminin gıcırtısıyla gözlerini açtı Ali Niyazi. Sadece bir gözü ve yüzünün yarısı açıktaydı. Kafası sargılı, sağ dizi ve dirseği alçıdaydı. Kaygı dolu bakışla açık gözünü odanın kapısındaki Şener’e dikti. 

Şener önce Ali Niyazi’yi, ardından odayı süzdü. Elindeki sefertasını yatağın yanındaki masaya koydu. Pencereyi sonuna kadar açtı, sandalyeye oturdu. Sessizliği peltek konuşmasıyla ağzının yarısı dikişli Ali Niyazi bozdu, “Sen de kimsin?” Şener sefertasının kapağını açtı, içindeki çorbayı karıştırmaya başladı. “Bakıcın gitmiş, kimse yok mu bakan sana?” 

Ali Niyazi’nin bir hafta hastanede yattıktan sonra eve gelişinin üzerinden on gün geçmişti. Tedavi ve bakım için on gün boyunca sabahları bir hemşire gelip gitmişti. Bir hafta da şehir dışındaki yeğeni ilgilenmişti. Sonra da konu komşu arada sırada uğramıştı kasabanın dışında, sahil kenarındaki izbe evine. 

Şener yatağın kenarına ilişti. Elindeki kaşığı Ali Niyazi’nin ağzına götürdü. Çorba kapalı ağzından çenesine aktı. Masanın üzerindeki kirli bezle çenesini sildi. Bez yaralarına değince canı yandı Ali Niyazi’nin. “İçmen gerek, beslenmelisin ki iyileşesin.” Ali Niyazi kafasını çevirdi pencereye doğru ürkmüş gözlerle dışarıya bakındı. “Yarın geleceğim yine. Bu kez zorla içersin çorbayı haberin olsun, kemik suyuna bu, içilmez mi hiç.” Şener odadan çıkarken seslendi Ali Niyazi, “Kimsin sen? Neden geldin buraya, konuşsana be adam.” 

*** 

Şener, yan odadaki babasıyla annesinin konuşmalarını duydukça dişlerini sıkıyor, küçük bedeni kasılıyordu. Siyah önlüğünden kayıp gidiyordu gözyaşları. 

“Alçaklığı yanına kâr mı kalacak yani.” 

“Elâlem duysun da rezil mi olalım, katil mi olmamı istiyorsun bu yaştan sonra.” 

*** 

Otobüs kasabaya yaklaşırken konuşmalar kim bilir kaçıncı kez beyninde yankılanıyordu Şener’in şimdi; dokuz yaşından beri, her gün. Otobüsten indiği gibi elindeki adres tarifiyle mahalleden çocukluk arkadaşının babadan miras çay ocağına gitti. Kasaba, on beş yılın ardından olduğu gibi duruyordu.  

İçine kapanık bir çocuktu. Semih’i severdi bir tek, Semih de onu. Semih kollardı okulda Şener’i. Çay ocağına girince karşılıklı kalakaldılar, ardından kucaklaşma. Konuşulmamış sırrın hüznü yüzlerinde belirecek kaygısıyla belki, gözlerini birbirlerinden kaçırdılar. Kısa bir hoşbeşten sonra Semih, “Birkaç saate biter işimiz, kapatırız dükkânı. Hanım hazırlık yaptı geçeriz eve,” deyip işinin başına döndü. Hava hafiften yüzünü karartmaya başlamıştı. Şener köşeye çekilip masanın üzerindeki dergileri karıştırmaya koyuldu. 

“Semih dışarıya sade kahve bırak, yanındaki su soğuk olsun.” 

Konuşmadaki peltekliği fark etmesiyle yüzünü dergiden kaldırması bir oldu Şener’in. Gözlerini dikti sesin sahibine. Bedeni kaskatı kesilmişti, dişleri istemsiz dudaklarını ısırıyordu. Beti benzi atmış, nefes alışları hızlanmıştı. Oydu, alnındaki derin tırnak yarasının izi, yılların ardından hâlâ duruyordu. Semih’e, “Biraz hava alayım gelirim,” dedi. Sokağın köşesindeki bankanın yanından uzayıp giden dar yolun başında durdu. Gözetlemeye başladı taburede oturanları. Çok geçmeden kahvesini içip kalktı peltek. Şener fark ettirmeden peşine takıldı. Caddede bir süre yürüdükten sonra ağaçlarla sıralı karanlık ara yola saptı adam, Şener de ardından. Adımları hızlandıkça nefes alışverişi de hızlanmıştı. Adam arabasının yanında durdu. Ardından gelen ayak seslerine doğru başını çevirdi. Şener durdu. Aralarında yirmi adım yoktu. Adam yüzünü seçmeye çalışarak çıkıştı. “Sen beni mi takip ediyorsun genç?” Şener sessiz kaldı. “Sana soruyorum, duymadın mı?” diye üsteleyince, Şener’in dudaklarını ısıran dişleri anlık gevşedi. Ağzından “Sen Ali Niyazi misin?” sözleri dökülüverdi. “Evet, ne var?” Aralarındaki adım mesafesi bir anda kapandı. Beyninde o gece annesinin babasına söylediği sözler yankılanmaya başladı yine. 

“Biz neden rezil oluyormuşuz, rezil olması gereken biri varsa o da o alçak… Beter olsun belasını bulsun alçak. Elleri ayakları kırılsın, yüzü gözü patlasın, yattığı yerden kalkamasın, yaşarken ölsün…” 

Bir ay evvel kederler içinde göçüp gitmiş annesinin ruhu rahatlasın, diye öfkesini biledi… 

O akşam Semih’in misafiri oldu Şener. Ertesi gün sahildeki pansiyona yerleşti. Haber kasabaya tez yayılmış, kopan yaygara çay ocağına düşmüştü. Semih dikkatli, konuşulanlara kulak kabartıyordu. Ali Niyazi’nin ölümden döndüğü, hastanede olduğu, kimin neden yaptığının bilinmediği bir sır gibi konuşuluyordu. “İyi olmuş” diyenler sessizce “buldu belasını alçak” diye fısıldaşıyorlardı. 

Sır perdesi, konuşanların fısıltıları kadar aralanabilmişti ancak. Kimse daha fazlası için cesur değildi. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamak iyi geliyordu insanlara, “başkasından bulsun belasını” temennisi her şeyin olduğu gibi devam etmesini dilemekti.                                                   

Tahta gıcırtısı sessizliği bozunca yattığı yerden doğrulmaya çalıştı Ali Niyazi. Yarım dudak cansız seslendi, “Kim var orada?” Kapıda, elinde sefertasıyla Şener belirdi. “Kimsin sen Allah’ın belası, ne istiyorsun benden?” Şener “İyileşmeni,” diye yanıt verirken sefertasını masaya bıraktı. Gözlerini dikti Ali Niyazi’ye, “İçeceksin çorbayı, ilaçlarını alacaksın, iyileşeceksin. Benim dışımda gelenin gidenin yok, kaçırma bu fırsatı.” Şener, Ali Niyazi’nin dehşete düşmüş bakışları altında belindeki silahı çıkarıp masanın üzerine koydu. Yatağın kenarına ilişip tasa daldırdığı kaşığı uzattı ağzına. Çaresiz açtı ağzını Ali Niyazi. “Hah şöyle, iyileş ki konuşalım seninle.” 

Tahta gıcırtısı, kapıda sefertasıyla beliren Şener, tahta masaya bırakılan silah, kaşıkla içilen çorba… Onuncu günün sonunda yüzüne kan gelmeye başlamıştı Ali Niyazi’nin. Elini ayağını kullanır olmuştu. Artık bahçede Şener’in desteğiyle dolaşabiliyor, çorbasını kendi içebiliyordu. 

Ali Niyazi her gün sordu, “Sen kimsin, neden yardım ediyorsun bana?” Şener yanıt vermedi, sustu. Ali Niyazi sormaktan vazgeçmedi. Günden güne artan şiddetli bir ağrı gibi Şener’in suskunluğu sona erene kadar devam etti. “Alnındaki tırnak yarasının iziyim ben!” Ali Niyazi dehşet içinde Şener’e baktı. Alnı boncuk boncuk terle kaplandı. 

Ardından gelen günler de birbirini tekrar etti; tahta gıcırtısı, kapıda Şener, elinde sefertası, masada silah… Şener’in sessizliği, giderek korkularını daha da katmerlemeye başlamıştı. “Öldüreceksen öldür, ben de senden kurtulayım.” Ali Niyazi, Şener’in evden ayrıldığı her günün gecesinden sabahına yarın öleceğini düşünerek, yarı uykulu kâbuslar içinde yatıyor, uyandığında uykusuzluktan bitkin düşüyordu. Tahta gıcırtısı, sefertası ve silah, ertesi günün yaşanmayacak olduğunu, ölümün yaklaştığını fısıldıyordu kulağına. 

O gün evden ayrılırken sadece sefertasını aldı Şener. Çıkıp yürümeye başladığında tek el silah sesi yankılandı ardında. Annesinin ruhunun huzur bulmasını dileyerek göğe baktı.