Toplumsal değişim: Başka bir siyasete çağrı

İlda Alçay Sepetoğlu - Araştırmacı 

Seçimlerin ardından toplumun pek çok farklı kesiminde çeşitli tartışmalar devam ediyor. 14 Mayıs öncesinde AKP’yi yenme ve ülke genelinde bir değişim hedeflenirken, planlar artık CHP içindeki bir değişime -koltuk değişimine- dönmüş durumda. Öyle ki hemen her yerde yapılan tartışmalar yalnızca; “CHP’de yeni başkan kim olacak? Kılıçdaroğlu gidecek mi? Yerine kim gelecek?” sorularına kilitlendi. Bu sorular elbette bir yanıyla oldukça önemli. Toplumu bunca senedir sandık gününe göre hizalandıran, toplumsal muhalefetin her katmanını “sakin olun, bize güvenin” diyerek bekleten bir zihniyet ve sorumluları elbette yenilginin ardından hesap vermekle sorumludur.  

Ama burada bizler için temel bir sorun ortaya çıkıyor; yenilginin ardından atılacak adımların ve AKP’yle mücadele biçimlerinin –hâlâ– CHP’de yaşanacak değişime bağlanması ve “kurtuluşun” değişen parti kadrolarında ve liderlerde aranması. 

Bu mesele tali bir mesele değildir. Bugün yaşadığımız açmazın, seçim sonrası hüsranın aynı zamanda nedenidir.  

Çünkü özellikle CHP tarafından, gayet bilinçli bir şekilde, toplumsal muhalefeti kontrol altında tutmak için grevler, eylemler, farklı direniş biçimleri tıpkı iktidarın yaptığı gibi her zaman antidemokratik olarak yaftalandı. Sokak adeta öcü olarak kodlandı. Nerede biriken bir öfke varsa ona karşı “sükûnet” çağrısı yapıldı. Umutlar da ihtimaller de bir “âna” hapsoldu. Sandık siyaseti tek ve yegâne kurtuluş olarak sunuldukça toplumsal muhalefet de her geçen gün ortadan kayboldu. 

*** 

Böyle davranmaları bir tesadüfler zinciri değil elbette. Kılıçdaroğlu ve ekibi de aslında hep “düzen”i korumak istiyordu. “Bize güvenin sokağa çıkmayın biz değiştireceğiz” çağrıları bu yüzdendi… Dahası yine oldukça bilinçli bir şekilde hemen her açıklamasında artık sağ-sol bitti diyerek yaşanan ekonomik krizin ve toplumsal bunalımın faturasını iktidar değişimine kesti. Böylece meseleyi yalnızca değişmesi gereken otoriter bir lider ve rejim olarak ele aldı. 

Oysa AKP’yle mücadele hiçbir zaman basit bir iktidar değişikliği meselesi değildi. AKP aynı zamanda adım adım rejim inşa etmiş bir parti olarak, kedisinden önceki sağcı iktidarlardan ontolojik olarak farklıdır.  

Bu yüzden AKP’yi yalnızca otoriter bir rejim olarak görmek, hem rejimin bütün sınıfsal karakterini, onlara ortaklık eden cemaat ve tarikat bağlarını, destek aldıkları ulusal ve uluslararası sermaye gruplarını yok saymayı hem de onunla mücadelenin araçlarını da baştan kısıtlamak anlamına geliyor.  

Bir başka ifadeyle, Siyasal İslam’ı, onunla müttefik bir milliyetçi pozisyonu ve sermayenin genel çıkarlarını gözeten siyasal tercihleri paranteze alınarak bir iktidar bloğu betimlendiğinde, değişim vaadi yalnızca bir rejim restorasyonuna indirgenmiş oluyor. 

Hatırlayalım, Kılıçdaroğlu’nun toplumun her kesimini barıştıracağım diyerek yaptığı “helalleşme” çağrısı tam da bu restorasyonun teminatıydı. Sağcı solcu, emekçi sermayedar bakmadan herkesi oturttuğu Halil İbrahim sofrasında sorunları çözmeyi hedefledi ama o sofradan kimin hangi payı alacağı, neye göre doyup kalkacağının kuralını hiç söylemedi. Yani esas çelişkiye emekle sermaye arasındaki o “bozulmaz” dengeye hiç karışmadı. Halkın her geçen gün yoksullaşması, zamlar, toplumu kontrol altına gericilik, güvencesizlik, özelleştirmeler, emekçi hakları, sendikalaşma, grevler, hiç gündem olmadı. Herkes düzenin bekası için kendi sınıfsal pozisyonuna sahip çıktı ve gereğini yaptı. 

*** 

Peki, şimdi ne olacak? 

Temsil yeteneğini yitirmiş adeta bir şirket yöneticisi gibi kişisel çıkarlarını herkesin ve her şeyin üstünde tutan parti liderleriyle yol alınamayacağını bir kez daha gördük. CHP’deki tartışmalar toplumsal değişimi halkın talepleri doğrultusunda aşağından yukarıya bir inşayı öncelemiyor.  Buna karşılık toplumun önemli bir kesiminde yükselen bir öfke olsa da bir arada durma hali ve ortak irade geliştirme eğilimleri oldukça zayıf. Daha doğrusu bunun bütünlüklü bir çerçevede yolunu bulabilmesi için bir zemin henüz yok. Bu yüzden bu noktadan sonra yüzümüzü daha kalıcı ve kökten olan çözümlere dönmeliyiz. Seçim sonuçları hem iktidarın meşruiyet krizini ve devlet krizini hem de toplumsal mücadeleyi omuzlayacak bir siyasal seçeneğin düzen içinde karşılık bulabileceği bir adres olmadığını açıkça ortaya koydu. Bu aynı zamanda sola ve geleceğimize yönelik tarihsel bir çağrı. Parti kadrolarıyla değil, düzenin kökten değişimi için sokakları örgütleyen, halkın sorunlarını toplumsallaştıran bağımsız devrimci bir hatta ihtiyacımız var.  

Örgütlü ve hedefi belli olan bir avuç azınlık karşısında, yalnızca muhalif yüzde 48 ile değil, toplumun en geniş kesimlerinde, yoksul emekçi halkla, örgütlü ve hedefi olan bir çoğunluk olabilmeyi başarmak gerek.  

Bu memleketin bütün emekçileri olarak aynı yoksulluğu paylaşıyoruz. Her anne baba çocuğunun geleceği için aynı endişeyi yaşıyor. Güvencesiz bir geleceğe sahip tüm gençler ülkelerinden giderken aynı duyguda buluşuyor. Bu ortaklık, aynı zamanda geleceğimizi kuracak olan politikaya çağrıdır. Yaşadığımız yoksullaşmayı, çaresizlik hissini, bireysel hikâyelerimizin parçası olmaktan çıkarıp, siyasallaşmış talepler etrafında örgütleyen bir politikaya çağrıdır.  

*** 

Gelelim nasıl olacağına… 

Elbette bir değişim şart. Elbette bu düzen değişecek ve bunu biz yapacağız. Üstelik en demokratik yollarla değiştireceğiz. 

Direnişten daha demokratik bir yol olabilir mi?