1976 yılında Toptaşı Cezaevi’nde kalan şöhretlerden biri de Mihri Belli’ydi. 12 Mart Cuntasının ardından yakalanmamak için Filistin üzerinden yurtdışına kaçmıştı...

1976 yılında Toptaşı Cezaevi’nde kalan şöhretlerden biri de Mihri Belli’ydi. 12 Mart Cuntasının ardından yakalanmamak için Filistin üzerinden yurtdışına kaçmıştı. Bülent Ecevit’in yarattığı görece özgürlük ortamında yurda döndü. 74 affından bir yıl sonra Türkiye Emek Partisi’ni kurdu. Bundan sonra TEP ile DGM arasında meydan muharebeleri başladı. Mihri Belli’nin Toptaşı’na düşmesine sebep de bu meydan muharebesiydi. Altı ay yattı. Solun dışarıdaki bölünmüşlüğü içerde de aynı bağnazlıkla sürdürülüyordu. Siyasiler arasında dört kazan kaynatılıyordu. Bunlardan biri sonradan Dev-Yol, Dev-Sol ve Kurtuluş şeklinde üçe bölünecek olan İYÖGD’liler. İkincisi Halkın Kurtuluşu ile Aydınlıkçılar’ın oluşturduğu Maocu’lar. Ve bunlar kadar Maocu olan, kendilerine İbrahim Kaypakkayı’yı bayrak seçen TİKKO’cular. Üçüncü ve en küçük grup TKP sempatizanları. Sempatizanları, zira bunların ağababaları genellikle hapse düşmezdi. 

Mihri Belli, çoğunluğu öğrenci olan siyasi tutuklular arasında sempatiyle karşılandı. Her örgüt onu kendi komününde ağırlamak istiyordu. O ilk davranan Kaypakayacılar’ın sofrasını paylaştı. Ama görüşlerini paylaştığı için değil, şövalyelik gereği. Bunların lideri konumundaki kişi ki, 15 yıla hükümlüydü, Belli’ye Kaypakkaya hakkında ne düşündüğünü sordu. Belli önce bir güzel Mao güzellemesi yaptıktan sonra bir “ancak” çekip, Mao’nun reçetesinin Türkiye’de uygulanamayacağını söyledi. Kaypakkayacı önder bozulmuştu. Kaypakkaya gibi ithal reçeteler peşinde koşan Mahir Çayan’ı örnek göstererek, Belli’den neden kendisinin bu konuda bir çözüm üretemediğini sordu. Aldığı cevap şu oldu: “Çünkü bilmiyorum. Türkiye devriminin hangi aşamalardan geçeceğini, kırların, kentlerin rolünü ayrıntılarıyla bugünden açıklamak falcılık olur. Ben bilmiyorum ve bilmediğimi de biliyorum. Onlar da bilmiyorlar ama bilmediklerini de bilmiyorlar.” 

Siyasiler koğuşunda görüşleri ayrı olan mahpusların aralarında bu şekilde diyalog kurması olağan değildi. Her grup kendi içine kapanmıştı. Aralarında fikir alışverişi yoktu, anlaşmaları yolunda kalkışılan her girişim boşunaydı. Kimse tek kelime özgün bir kelam edemiyordu. Tek amaçları fraksiyonlarının şablonlardan oluşan lügatini herkese baskın çıkarmaktı. Varlıklarını borçlu oldukları fraksiyonlara tapınıyorlardı. Hâşâ, kendilerine yan bakanı da “devrimci şiddetle” cezalandırıyorlardı. 

Hareketin sembolü olmuş önderlerden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan için düzenlenen anma törenleri bile onları bir çizgide buluşturamıyordu. TKP’lilere göre Denizler  “emperyalizmin ajan-provokatörleri”ydi. Bunların dışındakiler güya bir araya gelmişti ama şöyle: Maocu’nun biri yaptığı konuşmada Denizler’in “sosyal emperyalizme karşı çarpışırken şehit düştüklerini” söylemişti. Tahrif ederek sahip çıkma ne kadar sahtekârca değil mi? Asıl şaşırtıcı olan bu sözlere kimsenin karşı çıkmamasıydı. Sanki fantastik bir film sahnesiydi yaşanan, kurşun askerler gibiydiler, kimse rolünü ve repliğini şaşırmıyordu. Kimse rolünün dışına çıkmıyor ve varlığını sorgulamıyordu. “Kuşaklar arası yatay bölünme, aynı kuşak içindeki dikey bölünme ile bütünleşmişti” (M.Belli).

Burada iç karartan, ruh daraltan bu sahneleri anlatmamın nedeni, cehaletten kaynaklanan bölünmüşlüğün nerelere kadar vardığını göstermek içindir. Devletin zindanlarını paylaşan mahkûmlar, söz konusu devrim olunca “insanlıkta” dahi birleşemiyorlardı.  

TİKKOcular Pekin ve Arnavutluk radyosunu dinliyorlardı. Fransızca bilen biri not alıyor, çeviriyor, sonra bunları daktiloyla çoğaltıp, başgardiyan eliyle gecekondu mahallelerinden gelen adamlarına veriyorlardı. Yazdıkları da; “bizden başka herkes haindir, oportünisttir, bir tek biz komünistiz”den ibaretti. Öteki gruplar da başka başka radyoları dinliyorlar, başka başka şeyler düşünüyorlarmış gibi aynı şeyleri yazıp propaganda yaparak kendilerini aldatıyorlardı. Bu saçma sapan bildiriler üzerinde çıktı diye o kadar çok insan işkence gördü, o kadar çok insan hapse girdi, o kadar çok insan işini, evini kaybetti ki, bunlar unutulacak ve biz yine aynı çıkmaza düşeceğiz diye ödüm patlıyor. 

Önümüzdeki hafta sizlere yine Toptaşı’ndan sesleneceğim. Anlatmak istediğim dört ünlü daha var: Biri Metin Oktay diğeri Yılmaz Güney. Diğer ikisi ise, Necip Fazıl Kısakürek ile Nihal Atsız. Vaktiyle bunlar da Toptaşı’nın mahkûmu olmuş, insanlık sınavından geçmişlerdi. Hele Cahit Irgat’ın bir anısı var ki, burada mutlaka anlatmalıyım, Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları”ndan okumuştum: Aybar’ı mı, Aziz Nesin’i mi, birilerini ziyarete gidiyorlar karı-koca. Mina, Mustafa Irgat’a hamile, üstelik doğurdu doğuracak. Nitekim hapishane görüşme yerinde sancıları tutuyor. Cahit Irgat karısını kucakladığı gibi dışarı fırlıyor ve önüne çıkan ilk taksiyi sahibiyle kavga ederek çeviriyor da Mustafa’yı dünyaya yetiştiriyor. Arabanın sahibi, “durumu önce fark edemediğini, bunu bir film sahnesi sandığını, o yüzden itiraz ettiğini” söyleyerek özür diliyor.