Travmanın ayak izleri
Travmanın izlerinden bahsederken aslında travmatik olayın beynin belli bölgelerinde yarattığı nörokimyasal ve işlevsel pek çok süreçten bahsediyoruz. Bu değişiklikler maalesef sadece anlık stres tepkisi gibi geçici değil. Çok şiddetli veya kronikleşmiş bir travma; beyni, yapılarını ve nöroişlevsel süreçlerini kökten değiştirebiliyor.
NESLİ ZAĞLI
Bir psikolog olarak yaşadığım coğrafyada travma hakkında bu kadar çok konuşmak, anlatmak ve yazmak zorunda kaldığıma artık şaşırmıyorum. O kadar sıklıkla ve çok sayıda travmaya maruz kalıyoruz ki, farklı yönleriyle hep bu konuyu irdelemek zorunda olmak doğal bir gerekliliğe dönüştü. Daha iki hafta önce İzmir depremiyle sarsıldık ve kelimenin tüm anlamlarıyla bu sarsıntıyı yaşıyoruz. Travma Fransızcadan gelen ve dıştan gelen “sarsıntı”yı anlatan bir kelime. Kökenine bakıldığında da eski Yunancada “ruhsal yaraya” karşılık geliyor. Travma bizim dilimizde ve diğer dillerde günlük kullanımıyla kişiye sıkıntı veren her şey için kullanılabilse de aslında psikolojik bilimler çerçevesinde kişinin ruhsal ve fiziksel bütünlüğüne ciddi bir tehdit içeren fiziksel ve cinsel saldırılar, kazalar, doğal afetlere işaret ediyor. İzmir depremi, hem depremin sarsıntısını bizzat yaşayanla hem de maddi ve manevi kayıplar verenler için 7.0’nin çok üstünde bir büyüklükte oldu. Kayıpların acısı bir yandan, hayatın sonuna geldiğimizi hissettiğimiz o saniyelerden sonra hiçbir şey eskisi gibi değil. Zaten insan bir travmadan sonra hiçbir zaman eskisi gibi olamaz. Olumlu ya da olumsuz anlamıyla her travma yeniden bir tanımlama ve kurgulama gerektirir. Kendi geçip gitse de izleri kalır. Üstümüze basıp geçmiştir. Bize kalan ise travmanın ayak izleridir.
İnsan beyni evrimsel olarak alarm ve tehditlerle baş etmeye programlı. Dışarıdan gelen her türlü uyarana yanıt veren bir mekanizmaya sahip, elbette yaşamsallığı devam ettiği müddetçe. Aslında, bir tehdit karşısında oluşan tepkinin beyinde oldukça karmaşık bir altyapısı var. En ilkel beyin bölgelerinden, en karmaşık bellek ve muhakeme süreçlerine kadar her süreç işin içinde. Biz büyük bir korku ve dehşet duygusu yaşadığımızda, bizi alarma geçiren otomatik bir sistem olsa da aslında bu sadece ortaya basit bir stres yanıtı çıkaran kara kutu değil. Beyinde çocukluktan itibaren kaydedilmiş tüm travmatik deneyimlerin bir parmak izi ve onlarla başa çıkabilmişsek bunun bilgisi var. Renkler, sesler, kokular, dokular ve tüm diğer duyusal izler travmanın vurduğu beynin kıvrımlarında kodlanmış durumda. Örneğin hep duyarız ki insanlar ilişkilerdeki ayrılıkları travmatik olarak tanımlamaya çok eğilimlidir. Bunun en büyük nedeni her ayrılığın, anneden kopuştan itibaren tüm diğer ayrılıkların duygu yükünü ve ayak izlerini taşımasıdır. İşte bu örnekteki gibi başımıza gelen travmatik deneyimlerde biz olaya önceden beyinde yer etmiş bir repertuvarla yanıt veririz. İzmir depreminde de bu oldu; 99 depremi gibi, Düzce depremi gibi, Van depremi gibi son yıllarda yaşadığımız her sarsıntının zihinsel ve bedensel belleğiyle yaşadık. Japonya’da değildik, kırlarda da değildik. İnsan eliyle yapılmış yuvalardaydık ve bu yuvalarda istismar edilmiş ve hiç güven duymayan çocuk esirgeme kurumu sakinleri gibiydik. Travmanın en büyük izi, güvenlik duygusunun kaybıdır.
TRAVMA, PARMAK İZİ GİBİ
Travmanın izlerinden bahsederken aslında travmatik olayın beynin belli bölgelerinde yarattığı nörokimyasal ve işlevsel pek çok süreçten bahsediyoruz. Bu değişiklikler maalesef sadece anlık stres tepkisi gibi geçici değil. Çok şiddetli veya kronikleşmiş bir travma, beyni, yapılarını ve nöroişlevsel süreçlerini kökten değiştirebiliyor. Bu etki, özellikle beynin en hızlı şekillendiği çocukluk yıllarında belirginleşiyor. Travma literatüründe bu nedenle erken dönem çocukluk travmaları çok önem taşıyor ve kalıcı hasarlar bıraktığı her gün farklı çalışmalarda gösteriliyor. Örneğin ağır ihmale ve istismara uğramış çocuklarda travmanın izini sürdüğünüzde bu çocukların bir tehdit karşısındaki duygu düzenleme becerilerinde büyük hasarlar görebiliyorsunuz. Bir çocuk kaygılandığında kendi duygusunu düzenleyebilmesini sağlayan şey bakımverenin yatıştırma becerisidir. Ne tesadüf ki aslında sinir sisteminde de hem sistemi tehditlere karşı savaşmaya hazır hale getiren bir alarm sistemi, hem de tam ters yönde çalışan yatıştırma sistemi vardır. Travmatik deneyim bu iki mekanizma arasında yaşanan bir karambol halidir; kaçayım mı, savaşayım mı, donup kalayım mı? Örneğin depremden hemen sonra pek çok insandan sarsıntı esnasında hiçbir güvenlik tedbiri alamadan donup kaldıklarını duyduk ve bu atalet hali depremden sonra da bir uyuşukluk, bir hissizlik olarak devam etti. Kimi de müthiş bir dehşet duygusuyla ajitasyon yaşadı ve çok zor yatıştırıldı. Belki de hala benzer şeyleri yaşıyor. Kısacası başımıza gelen travmalara yanıtımız parmak izimiz gibi biricik ve travmanın ayak numarasını da bunlar belirliyor. Ancak travma, her halükârda üstümüze basıp geçiyor.
“Travmanın izleriyle normal hayata dönmek mümkün mü?” diye sorarsak; çoğumuz için mümkün. Travma esnasında verdiğimiz stres yanıtları, bunların akut dönemdeki şiddeti önemli de olsa travma sonrası stres bozukluğu geliştirme açısından belirleyici olmayabilir. Bir kişiye ‘travma sonrası stres bozukluğu’ tanısı koyabilmek için hem belirtiler, hem işlevsellik, hem de süre açısından belli kriterler var. Böyle bir tanı da ancak bir ruh sağlığı profesyoneli tarafından konulabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, travmadan sonraki süreçte en az bir aylık bir dönemde yaşamsal işlevlerle ilgili bir bozukluk olmasıdır. Ama biz böyle bir bozukluk geliştirmesek de sarsılıyoruz. Travma, doğası gereği, hayatınızda ilmek ilmek dokuduğunuz her şeyi söküp kenara fırlatan bir şey. Fiziksel şiddet, cinsel şiddet, kaza, saldırı, doğal afet gibi dehşet verici yaşam olayları bizim o ana değin sahip olduğumuz düşünce, inanç ve değerleri sarsıyor. Kendimiz, insanlar ve dünya konusundaki nahif varsayımlarımız çatırdıyor. Öncelikle dünyanın iyicil bir yer olduğuna dair inancımızı kaybediyoruz. Çünkü eğer hayırlı bir yer olsaydı benim masum dünyamı böyle sallamazdı diyoruz. Sonrasında yaşamın anlamlı olduğu fikri çatırdıyor. Bu başıma gelenlerin bir anlamı olamaz diye haykırıyoruz. Bunlarla birlikte kendilik değerimiz büyük hasar görüyor. Kendimize ve diğer insanlara güvenimiz azalıyor. Nasıl azalmasın ki? Travmayı yaratan olay bir doğal afet de olsa, etkisini belirleyen insan ve onun yalan yanlış kurduğu yaşama, barınma, korunma sistemi. Travmayla baş etmeye çalışırken bunu kendi çıkarları için kullananları da “insan” varsaymış olduğumuzu da farkediyoruz. Beyinin travmayla baş etme mekanizmasındaki en önemli nöronal devrelerin ilişkisel ve duygu düzenlemeyle ilgili olduğunu söylemekte yarar var. İnsan canlısı “travmayı”, yani “yarayı” sarmayı bir diğerinin eşliğiyle kodlamış. Bu nedenle bu düzende yöneticilerinden halkına, herkesin kötücüllüğü ile yara daha da derinleşiyor. Baş sorumlu çıkıp; “Bu depremdeki kayıplarınızın sorumluları bulunup cezalandırılana kadar takipçisiyiz” deseydi, belki beyinin travma karşısındaki güvenlik devreleri biraz olsun yatışacaktı.
BEYİN, UMUTLU BİR KÜTLEDİR
Travmalar karşısında adil, kötücül olmayan ve rasyonel döngülere ihtiyacı var beynin. İnsan beyninin kendisi aslında umutlu bir kütle. Doğumdan ölüm döşeğine kadar dallanıp, budaklanıp, değişebildiğini artık biliyoruz. Örneğin travma sonrası stres bozukluğunda antidepresanların da, psikososyal müdahalelerin de iyileştirici etkileri var. İyileşme dediğimiz ağlarla örülü bir yapıda, travmanın iziyle ezilmiş ve küçülmüş yapıların ve bağlantıların yenilenmesi ve güncellenmesi. Biz uygar yaşamda beynin kendisi kadar devrimci değiliz. Hep statükoyu korumak adına insanca uyarlamalara kendimizi kapatıyoruz. Güvenlik duygumuzu ve insanca bir yaşama olan inancımızı sarsanlardan hesap sormuyoruz. Oysa beyin bunu yapar; yaşanan travmatik deneyimi tekrar tekrar gözünüzün önünde canlandırır, ürpertir, dehşete düşürür ve bir şeyleri değiştirmen gerektiğini farkettirir. Bak der; “Depremi yaşadın, her an tekrar olacak gibi hissediyor, rüyalarında görüyorsun. Tadın, tuzun kalmadı ve bu sanki kendi sorumluluğunmuş gibi suçlu, tuhaf hissediyorsun.” Aslında travmaların suçlusu hiçbir zaman biz değiliz. Yaşananı yeniden düşünmek, kurgulamak ve yaşama dair tutunabilecek bir sonuç çıkarmak adına yaralarımızın hesabı sorulmalı. Kalanı beyin kendi halleder…