Trump, on yıllardır kimlik krizi yaşayan Amerikan toplumunun bir ürünü. Toplumun kendini nasıl tanımladığını, Trump’ın yükselişine imkân veren antidemokratik güçlerin nasıl yükselebildiğini anlamamız gerekiyor.

Trump ve toplumsal kimlik krizi
Fotoğraf: Depo Photos

Henry Giroux

Donald Trump bir kez daha tarihe geçti. İlk defa bir ABD başkanı seçimin sonucunu tanımamaya çalışmak, seçmenin haklarını gasp etmek, görgü tanıklarına şantaj yapmak ve yargı sürecine müdahale etmeye çalışmakla suçlanıyor.

Trump’a yönelik suçlamaların hiçbiri şaşırtıcı değil. Patolojik yalancı, daima kendi çıkarlarına hizmet eden bir sahtekar, cinsel yırtıcı ve beyaz üstünlükçü olarak hatırlanıyor. Bağımsız mahkemelere yönelik sözlü saldırılarda bulunduğu ve yerkürenin otoriter liderlerine kendini yakın hissettiği de biliniyor.

Trump fiilen, tam bir demokrasi düşmanı.

IRKÇI, YABANCI DÜŞMANI

Washington Post gazetesinde siyasi yazılar yazan Max Boot’un gözlemlediği gibi, Trump siyaset liderliği müessesinin ciddiyetine zarar verdi, yolsuzluklara göz yumdu ve ABD tarihinin en kötü başkanlarından biri olma anlamında emsal teşkil etti. Boot, “Trump ırkçılık ve yabancı düşmanlığını körükledi, şiddeti teşvik etti. Diktatörlerle iyi geçinirken, müttefiklerimizi yerden yere vurdu. Göçmen çocukları hapse attırdı, rakiplerinin tutuklanması için kampanya yürüttü” diyor.

Diğer bir deyişle Trump, ABD siyasetini alenen suça bulaştırdı.

Trump ve müttefikleri bir tür yalan, kandırmaca, zulüm ve çarpıtma kültürü inşa ettiler. Trump resmen akla, eleştirel düşünceye, bilgi sahibi olarak yargılamaya ve toplumsal sağduyuya savaş açtı. Siyahlardan, göçmenlerden ve “harcanabilir” gördüğü hiçbir toplumsal azınlıktan hoşlanmaması ve bunların yanında finansal elitlere verdiği destek de unutulmamalı.

Kullandığı popülist söylemler, yürüttüğü politikalarla daima tezat içindeydi. Bir yandan zenginlere uygulanan vergileri düşürüyor ve sosyal güvenlik yapısını yerle bir ediyor, aynı zamanda ABD toplumunu bir tür faşist ve beyaz üstünlükçülüğe itiyordu.

Fakat demokratik kültürde yarattığı onca hasara rağmen, Cumhuriyetçi Parti’nin tam desteğini ve Cumhuriyetçi seçmenin çoğunluğunu neredeyse tekrar kazanmak üzere. Cumhuriyetçi seçmenin %58’i, aday olursa 2024 seçimlerinde yine Donald Trump’a oy vereceğini söylüyor. Üstelik Trump adaylık yarışını da kazanacak gibi görünüyor. Dahası, seçim anketleri de Biden-Trump yarışının kafa kafaya geçeceğini gösteriyor.

TRUMP’IN CAZİBESİ 

Şu sıralar medyanın çoğunluğu Trump’ın yasal dertlerine yoğunlaşıyor. Fakat Trump’ın otoriter siyaset tarzına alan tanıyan siyasi iklimin nasıl oluştuğuna, ya da ulusal bir utanç kaynağı olmasına rağmen nasıl halen milyonlarca seçmenin desteğini alabildiğine dair pek az şey yazıldı.

Trump gibi bir insanın iktidar koltuğuna oturabilmiş olması, ancak gerçekleştiği tarihsel, ekonomik, siyasi ve kültürel bağlam hesaba katılarak izah edilebilir.

Amerikan antropolog Wade Davis bu konuda, “İçimizde tiksinti uyandırsa da, Trump Amerika’nın çöküşüne sebep olan kişi değil, çöküşünün ürünü olan kişi.”

Trump, on yıllardır bir tür kimlik krizi yaşayan Amerikan toplumunun bir ürünü. Amerikan toplumu 1980’li yıllardan beri bir tür kriz yaşıyor. Bu krizi tetikleyen Ronald Reagan’ın seçilmesiyle başlayan karşı sağcı devrim süreçleri oldu.

Toplumsal sözleşmeye ve ortak çıkarlarımıza şekil veren demokratik değerlerin yerine bireysel çıkarları, özelleştirmeyi, denetimsizliği vurgulayan, açgözlülüğü yücelten piyasa değerlerini koymaya o zaman başladık. Medeni kültüre sistematik olarak saldırdık ve vatandaşlık kültürünün altını oyduk.

Piyasa yalnızca ekonomiyi değil, toplumun tamamını kontrol eden bir şablona dönüştü. Azgın bireyselcilik dili, ortak çıkar söylemlerinin önüne geçti ve toplumcu düşünüş biçimlerinden hazzedilmez oldu.

Neoliberal rejim altında, toplumsal sorumluluk, bir tür “yük” olarak görülmeye başlandı. Devletin halkın yararı için çalışabileceği olgusu bir kenara atıldı ve ülkenin kamusal altyapısı adeta çürümeye terk edildi. Bunun yerine dayanışma, şefkat ve ahlaki sorumluluk gibi kavramların yok olmaya başladığı yeri bir düzen inşa edildi.

Ortaya çıkardığımız bu yeni düzende belirsizlik, yalnızlık ve kitlesel anksiyete var. Bireycilik salgını, kişilerin sorunlarını toplumsal çerçevede ele almamıza da engel olarak adeta kamusal ufkumuzu köreltti. Ortaya çıkan yeni medya düzeninde ise siyaset adeta bir eğlence programı gibi sunulur oldu. Yalanlar ve açgözlülük üzerine kurulan bu yeni siyaset medyacılığına kimsenin karşı koymasına izin verilmedi.

Ekonomik adaletsizlik akıl almaz boyutlara ulaştı ve paranın siyasete şekil vermesine izin verildi. İçinde yaşadığımız neoliberal hapishane, demokrasinin gereksinimlerinden ve erdemli davranışlardan muaf tutulan siyasi canavarlar yaratmaya başladı.

Eşitlik, adalet, refah ve güvenlik gibi olguların üzerine inşa eden demokratik özgürlükler yerine, nefret ve bencillik gibi olgular üzerine inşa edilen “çirkin özgürlükler” geldi.

Ayrımcılık ve bağnazlığı körüklemek için araçsallaştırılan özgürlük kavramı da Trump ve Cumhuriyetçi Parti tarafından kitapları yasaklamak, muhalifleri susturmak, sınıflarda ve işyerlerinde yürüyen toplumsal tartışmalara engel olmak için kullanıldı. Amerikan tarihi uydurmalarla baştan yazıldı ve geçmişin faşist rejimlerini andıran antidemokratik politikaların hayata geçirilmesi için kullanıldı.

ABD İÇİN YOL AYRIMI

Amerika’nın şu an karşı karşıya kaldığı en önemli meseleler, Trump’ın yolsuzluklarından ve hukuksuzluklarından ibaret değil. Meselelerin özünde, tarihten ders çıkarmak var.

Neoliberal kapitalizmin Amerikan toplumuna söylediği yalanları tarihsel açıdan ele almalıyız. Amerikan toplumunun kendini nasıl tanımladığını, Trump’ın yükselişine imkan veren antidemokratik güçlerin nasıl bu mertebeye yükselebildiğini anlamalıyız.

2024 seçimleri Trump’ın süregelen yasal dertlerinin “oylandığı”  bir seçime dönüşmemeli. Amerika’nın nasıl bir topluma dönüşmek istediğinin, çocukları için nasıl bir toplum yaratmak istediğinin seçimi olmalı. Seçimi Amerikan siyasetinin demokratikleşmesi, ya da daha fazla suça bulaşması arasında bir tercih olarak görmeliyiz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Conversation