Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun ve Hasan Ferit Alnar…

Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun ve Hasan Ferit Alnar… Hepsi 1904 ile 1908 yılları arasında doğan bu beş besteci “Türk beşleri” olarak bilinir. Gençlik dönemlerinde, Türk devriminin müzik boyutuna ivme kazandırmak üzere eğitilmişlerdir.

Geçenlerde, yapıtlarının beş para etmez olduğunu düşünenlerin “Türk leşleri” hakaretine maruz kalmışlardır. Gerçekten değersiz midirler? Dinlemeye değmez mi? Bu konudaki beğeniler kuşkusuz farklı olabilir; ancak 1930’lu yıllarda Türkiye’yi ziyaret eden Sovyet besteci Dimitriy Şoştakoviç bu beşliden ikisini (Rey ve Alnar) dinlemiş, bu bestecilerde virtüözlüğün yanı sıra “belirgin” ve “özgün” bir ses bulduğunu yazmıştır (Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tarihe Tanıklığım, Yazılama Yayınları, s. 51).

***

“Türk beşleri” tanımı jenerik değildir. Daha önceki “Rus beşleri” tanımına öykünülerek ortaya atılmıştır. “Rus beşleri”, Balakirev, Mussorgksiy, Cui, Rimskiy-Korsakov ve Borodin’dir.

Ürünlerini 19. yüzyılın ikinci yarısında veren bu bestecilere daha sonra şu veya bu çevre tarafından “Rus leşleri” dendiğine ilişkin bir bilgi bulunmuyor. Çarlık rejiminde, Sovyet döneminde ve 1991 yılındaki çöküşten günümüze uzanan yıllarda “Rus beşleri” hak ettikleri ilgiyi ve saygıyı görmüştür. Bugün klasik müziğe hiç ilgisi olmayanların bile Barış Manço dolayısıyla Rimskiy-Korsakov’a (Şehrazat), 1950’lerden kalma “Stranger in Paradise” adlı şarkı dolayısıyla da Borodin’e (Prens İgor Operası) kulak aşinalığı vardır.

***

Mesele şu: Rus beşleri el üstünde tutulurken Türk beşlerinin istiskale uğraması salt sanatsal bir düzey farklılığından mı kaynaklanmaktadır? Yoksa işin daha ciddi ve derin bir boyutundan mı söz etmek gerekir?

Soru buysa, yanıtın özü de şudur: Rusya’daki burjuva modernleşme sürecine ve daha sonraki Sovyet devrimine göre, 1930’ların “Türk devrimi” hem çok daha çorak bir toprağa düşmüş, hem de kimi alanlarda (örneğin müzikte) hayli radikal ve kopuşçu uçlara yönelmiştir. İkisi birleştirilebilir: Toprağın çoraklığı, radikalizmi ve kopuşçuluğu tetiklemiştir.

Rusya ve Türkiye…

Ülkelerden birinin monarkı (Çariçe Katerina) Avrupa aydınlanmasıyla tanışmış, Voltaire, Diderot ile yazışmış, “onların öğrencisi olmaya” söz vermiştir…

Çar Petro daha 18. yüzyılda sakal kestirtmiş, giyim kuşam kuralları getirmiş, gemiciliği öğrenmek için Avrupa tersanelerinde çalışmıştır.

Bizimkiler ise, yukarıdakine “Deli” demeyi uygun bulmuş, bir iki besteci dışında daha çok pehlivan güreştirmiş, polisiye roman okumuş, marangozluk yapmıştır.

Ülkelerden birinde Gogol, Turgenyev, Puşkin, Çehov, Lermontov, Tolstoy, Dostoyevskiy vardır; öbüründe yoktur.  

Bu nedenle 1917 Devrimi sonrasında edebiyat, sanat ve kültür alanındaki hamleler, “devrimcilik” ve “yenilikçilik” vurgusuna karşın geçmişin birikimini reddetmemiş, aşırı “kopuşlara” yönelmemiş, yerleşik ve olgun denebilecek bir mirasın üzerine eklemiştir.

Müzikte de öyle olmuştur; Şoştakoviç, Prokofyev, Haçaturyan ve diğerleri, devrim adına “Rus beşlerini” tarihten kazıma ihtiyacı duymamış, gene devrimcilik aşkına onlara “Rus leşleri” diyen de çıkmamıştır. 

***

Cumhuriyet döneminin ilk bestecilerine “Türk leşleri” denmesi, sanatın içine tükürülmesi, bir heykelin “ucube” bulunması, bir diziyle ilgili koparılan fırtına, vb salt iktidardaki partinin sanat ve kültür düşmanlığıyla açıklanamaz. Türk devrimi ve modernleşmesi, kimi alanlarda bir “burjuva devrim” için aşırı radikal ve kopuşçu içerik kazanmıştır; ön birikimsizlik, ülke burjuvazisinin zayıflığı, geleneksizliği ve kültürsüzlüğü, böyle bir radikalizmi zeminsiz, desteksiz ve havada bırakmıştır.

Kuraldır: Burjuva devrim ileriye taşınmazsa, daha doyurucu bir deyişle “içerilip aşılmazsa” her yönden ve mutlaka geriler. Dahası, eğer burjuva devrim bir ön birikimin üzerine oturmadan kimi alanlarda hızlı ve radikal gitmişse, önce bu alanlarda çözülür. Çaresi, ilacı yoktur; Türkiye’de aydınlanmanın, sanat ve kültür alanında gelişkin ve öncü örneklerin burjuva bağlamda yeniden üretilme zemini erimektedir ve daha da eriyecektir.

***

Bir kural daha vardır: “Boşluk”, ancak geçici olabilir. Eğer Türk (burjuva) devriminin zemini erimekteyse, 1920’lerin ve 1930’ların kimi hamleleri bugün artık bu ülkenin başına gelen bir “musibet” olarak görülüyor ve gösteriliyorsa, ortaya çıkan “boşluk” mutlaka doldurulacaktır.

Şimdilik devrimden söz edemiyorsak, neyle doldurulacaktır? 

Geriye dönüşle.

Eskiye duyulan özlemi hamhalat dile getiren, durağanlığı ve değişmezliği öven ürünler; semazen gösterileri, ebru sanatının yeniden keşfi, tuluat, ortaoyunu, arabeskin en kötü örnekleri, pencereleri kubbe biçimli apartmanlar…

Müzikli oyunsa, Lüks Hayat “out”, 7 Kocalı Hürmüz “in”…

Devlet adamlığında Reşit, Fuat ve Ali Paşa örnekleri…

Dış siyasette Abdülhamit “vizyonu”…
 
 
***

Denecektir ki, “Türk devriminin sanat ve kültür alanındaki hamleleri zorlamadır, dayatılmıştır, halkın değerleri ve beğenisiyle hiç uyuşmamıştır…”

Doğru söze ne denir?

Dünyanın başka ülkelerine bakarsak, zamanında resimde da Vinci, Picasso, heykelde Michelangelo, müzikte Mozart, Beethoven zaten hep geniş halk yığınlarının ve ortalama insanın beğenisine hitap etmiştir…

Öyle değil mi?